TURKCELL GRAN FONDO İZMİR YARIŞ RAPORU
Woody Allen’ın 1977 yapımı Annie
Hall adlı filmi, aşağı yukarı söyle bir monologla başlar: “Eski
bir şaka vardır. İki yaşlı kadın, Catskills Dağ otelindedir ve biri diğerine
şöyle der: “Buradaki yemekler gerçekten çok kötü.” Diğeri: “Evet, biliyorum ve
porsiyonlar da çok küçük.” Hayat hakkında böyle düşünüyorum. Yalnızlık, acı ve
mutsuzlukla dolu ve çok çabuk da bitiveriyor. Benim için önemli bir diğer şaka
da şu: “Benim gibi birini üye olarak kabul edecek hiçbir kulübe üye olmak
istemezdim.”” Üzerine sayfalarca psikolojik ve felsefi analiz yapılabilecek
bu iki cümle, öncesinde öyle planlamadığım halde, Pazar günü katıldığım
Turkcell Gran Fondo İzmir bisiklet yarışının benim için özetiydi adeta.
Bu sene, kayıt olduğum 4 yarıştan sadece 1 tanesine (İzmir Maratonu) katılabilmiştim, diğer üçüne farklı sebeplerden ötürü gidememiştim. Turkcell Gran Fondo İzmir’e de kayıtlar açıldıktan kısa bir süre sonra kaydoldum. Kara bahtımın izin vereceğine dair haklı şüphelerim olmasına rağmen, hocam İpek Onaran’ın yazdığı antrenmanları elimden geldiğince yapmaya çalıştım. Gerek trainer üzerinde, gerekse havaların ısınmasıyla yollarda, haftanın 3 günü kilometrelerce pedalladım. Yine bir aksilik çıkar diye düşünüyordum ama korkulan olmadı. Yarıştan bir gün önce sevgili yeğenim Utkuyla saat 3 civarı İzmir yollarına düştük. Yarış kitlerinin dağıtımı Cumartesi günü için 19:00’da son buluyordu. Yarış sabahı da kit dağıtımı yapılacaktı ama bugünün işini yarına bırakmamak için, hiç mola vermeden İzmir’e vardık ve otelimize bile yerleşmeden gidip yarış kitini aldık. Yarışa katılan arkadaşlarla bir araya gelip yarış öncesi son akşam yemeğimizi karbonhidrat yüklemesi formunda yeyip olaysız bir şekilde dağıldık ve yarış sabahı dinç bir şekilde uyanmak için erken sayılabilecek bir saatte yattık.
Bu
yarış, bisikletle katılacağım ilk yarıştı. Her standart Türk genci gibi
bisikletle ilkokul yıllarında “karne hediyesi” olarak tanışmış, uzun ve sancılı
bir süreç sonunda iki teker üzerinde denge kurmayı başarmış, lisenin ilk
yıllarına kadar ağırlıklı olarak yaz tatillerinde, arka sokaklarda sürmüştüm.
Uzun bir aranın ardından, 2019 yılının Haziran ayında, hâlen kullanmakta
olduğum bisikleti edindim. Sarı sitede ilanı görünce, 62 cm kadro boyuna sahip
bir bisiklet bulmanın sevinciyle bir an önce gidip aldım. Bu senenin başında da
üzerindeki neredeyse tüm bileşenleri yeniledim.
Gran Fondo, Türkçe karşılığı yaklaşık olarak “Büyük Sürüş” anlamına gelen ve ilki 1970 yılında İtalya’da düzenlenen uzun mesafe yol bisikleti yarışlarına verilen isim. İşin güzel tarafı, bizim gibi amatörlerin de katılımına açık bir etkinlik. Turkcell Gran Fondo ise ilk kez 2021 yılında İstanbul ve İzmir’de düzenlendi. Bu sene İstanbul’daki yarış Haziran ayında yapılmıştı. Turkcell Gran Fondo İzmir, biri 62 km, diğeri ise 110 km uzunluğundaki iki parkurdan oluşuyor. Kısa parkurun isim sponsoru Bisan, uzun parkurunki ise Suzuki. Firmaların bu tip organizasyonlara sponsor olmaları, bisiklet sporunun amatör seviyede de sevilmesini ve yaygınlaşmasını sağlamaları takdire şayan bir davranış. Gerçi bilenler bilir, Turkcell’in sponsorluk konusunda geçmişi pek de parlak sayılmaz.
Yarış
sabahı, 6’da yastıktan kafamı kaldırıp, elimi yüzümü yıkayıp güzel bir
şarkı ve güzel bir banyonun ardından üstümü başımı giyinip sağlam bir
kahvaltıyla modumu yakaladım. Emrah, Ahmet, Nuri ve Alper ile başlangıç
noktasına yakın bir yerde buluştuk. Başlangıç noktasında yerimizi almadan önce
bir iki fotoğraf çekildik. Bu yarış için iki önemli hedefim vardı: Kaza
yapmamak ve yarışı bitirmek. Çok iddialı hedefler olmadığının farkındayım ama
başlangıç için yeterliydi. Saatler 8’i gösterdiğinde yarışın startı verildi ve
uzun parkura kaydını yaptıran 300 bisikletliyle birlikte pedallamaya başladık.
Parkurun
ilk 40 km’si düzdü. Kendimi çok da yormadan, deniz manzarasının tadını çıkara
çıkara sürdüm. 40. Km’den sonra başlayacak tırmanışlara saklıyordum esas
gücümü. Gelelim draft mevzusuna… Draft’ın tanımı kabaca şu: Ardında
bulunduğunuz sporcunun yarattığı hava akımından faydalanarak, alçak basınçlı
bir hava koridorunun içerisinde sürüş yapmak, koşmak. Bu durum, draft yapan
bisikletliye büyük bir avantaj sağlıyor zira daha az enerji harcayarak önünüzdeki(ler)le
aynı hızda gitmenizi sağlıyor. İşte burada Woody Allen’ın Annie Hall’ün başında
bahsettiği ikinci durum söz konusu oldu benim için. Benim hızımda birinin draft
yapabileceği hiçbir grupla draft yapmak istemedim. Bunun yerine o grubu geçip varsa
bir sonraki grupla draft yapmayı tercih ettim. Tabi aynı durum o “bir sonraki”
grubu yakalayınca da tekrar etti. Pek akıllıca bir seçim değildi. Yanlarından
hızla geçtiğim birkaç grup, belli bir süre sonra beni tekrar arkasında
bırakıyordu. Sonra onları yakalayıp geçmek için (çünkü gerilerden gelip
yakalamıştım, niye önlerine de geçmeyeyim?) daha fazla güç harcamam
gerekiyordu. Bu kısır döngü, ilk 40 km böyle devam etti. Ta ki tırmanışlar
başlayana kadar. Yarıştan önce, rotayı ve eğim grafiğini incelediğimde gözümü
epey korkutan bu yokuşlara geldiğimde o kadar da endişelenecek bir durum
olmadığını anladım. (Hayatta sıkça yaşadığım bir duygudur). Yokuşları çıkarken
S çizen katılımcıların yanından dümdüz geçtim. Tabi onların hepsi beni
inişlerde geçtiler ve bu durum birkaç kez tekrar etti. İnişlerde çok ihtiyatlı
davranıp sürekli fren sıktım. Ne de olsa ilk ve de en önemli hedefim kaza
yapmamaktı. “Büyük” tırmanışlar, yetmişinci kilometrede bitmişti. Bademler’den
Güzelbahçe’ye inerken yanımda yöremde kimse kalmamıştı, istesem de draft
yapamazdım ve o kafa rüzgarıyla baş başaydım. Elimden geldiğince “aero” bir
pozisyon alıp rüzgarın etkisini en aza indirmeye çalıştım. 85. Kilometredeki
istasyona geldiğimde, saatim, yarışın başından beri 3 saat 15 dakika geçtiğini
gösteriyordu. Yarışın bitmesine yaklaşık 25 km vardı ve 4 saatin altında
bitirmeyi denemek istedim. Yolun geri kalanında hiç tırmanış yoktu,
Güzelbahçe’den sahil yoluna çıkacaktık. İçler dışları çarptım ve 4 saatin
altında bitirebilmek için hızımın 30 km/saat’in altına düşmemesi gerektiği
sonucuna ulaştım. Yarış boyunca 2 jel, kontrol noktalarında iki muz yemiş, üç
küçük su ve toplamda çeyrek litre kadar da powerade içmiştim. Mental olarak da
fiziksel olarak da tükenmiş durumda değildim. Arada bir saatime bakarak, 40
dakikalık süre boyunca basabileceğim maksimum güçte pedallara bastım. Evet,
yine draft yapmadım. Yarışın bu aşamasında başka birinin hızına ayak uydurmaya
çalışmak doğru karar olmayabilirdi bu sefer. Ege Denizi’nin esintisini yüzümde
hissede hissede sürdüm, bitişe yaklaştıkça saate daha çok bakar olmuştum. Varış
takının altından geçtiğimde, saatim 3 saat 57 dakikayı gösteriyordu. Çok iyi
olmamakla birlikte, ilk Gran Fondo için fena sonuç sayılmaz.
Yarışın
sonunda beni yeğenim Utku ve yarışı benden yarım saat kadar önce bitiren Emrah
karşıladılar. Bisikleti onlara emanet edip organizasyonun sunduğu ikramları
mideye indirdim. Sonra da biraz esnetme yaptım. Woody Allen’ın, yazının başında
alıntıladığım, hayat hakkında yaptığı
çelişkili (ya da ironik) görünen tespit, tam da bu yarışa uyuyordu. Acı dolu
ama bitmesine de üzülüyor insan. Aslında ilk bakışta ancak Woody Allen
komedisinde var olabilecek kadar absürt görünen bu durum, o kadar da çelişkili sayılmaz.
Zira dayanıklılık sporlarıyla uğraşanlar, acıdan zevk alan demeyelim de
(mazoşizme kapı açmanın manası yok), belli bir süre acıya katlanıp bunun
getirdiği sonuçları zevkle kucaklayan, sürekli kendi sınırlarını keşfetmeye (ve
genişletmeye) çalışan insanlar. Bunu
sporun tüm alanlarına genellemek de doğru olabilir hatta daha da ileri gidip
şunu demek de: “Hayat da bir
dayanıklılık sporu değil mi?”
Yorumlar
Yorum Gönder