MW CHALLENGE YARIŞ RAPORU

 

                2018 yılında ilk maratonumu tamamladıktan sonra, bir triatlon yarışını bitirme hayalleri kurmaya başladım. Bu hayalin hedefe dönüşmesi çok uzun zaman aldı. Zira triatlon; yüzme, bisiklet ve koşu branşlarının birleşimi olan bir spor. Triatlon yarışlarında, mesafeler yarışın cinsine göre değişmekle birlikte önce yüzüyorsunuz, sudan çıkıp bisiklete biniyorsunuz ve sonra da koşuyorsunuz. O zamanlar bu üç spordan sadece koşuyu yapabiliyordum. En son 15 yaşında bisiklete binmiştim. Yüzmeyle ilişkim de tatillerde suya girip serinlemekten ibaretti. Boyuma  ve bütçeme uygun bir bisiklet edinebilmek  bir yılımı aldı. Gerek evde (trainer denen icat sayesinde) gerekse dışarıda bisiklet sürmeyi (yeniden) öğrenmem çok zor olmadı. Yüzmeyi ise erteledikçe erteledim. Aylar yılları kovaladı, planlar yapıldı, türlü çeşitli sebeplerle bu planlar ertelendi, hayatımda spordan daha çok önem verdiğim alanlarda bir sürü gelişme oldu ve takvimler 2023’ün sonlarını gösterdiğinde artık az buçuk yüzme de öğrenmiş biri olarak bir triatlon yarışı için antrenman yapmaya başladım. Bu süre zarfında 3 maraton, 8 yarı maraton koşmuş, bir de GranFondo tabir edilen bisiklet yarışına katılmıştım.

                MW Challenge, bu sene dördüncüsü düzenlenen bir triatlon yarışı. Her sene olduğu gibi, bu sene de Bodrum’da yapıldı. Mesafeleri; 1200 metre yüzme, 60 km bisiklet ve 15 km patika koşusundan oluşuyor. M ve W harfleri, Man ve Woman ‘ın kısaltmaları. Cinsiyet eşitliğine dikkat çekmek için seçilmiş bir isim. Modern triatlonun mucidi ve bu sporun en meşhur yarış organizatörü Ironman’e bir gönderme olduğunu tahmin ediyorum. Yarış, bir otelde başlıyor ve başladığı noktada da bitiyor. Bir gün önce, 4 Mayıs Cumartesi günü, her yarışta peşimden sürüklediğim eşim ve oğlumla yarışın yapılacağı otele vardık. Vakit geçirmeden yarış kitimi alıp, değişim alanlarına bırakmam gereken torbalara gerekli malzemeleri yerleştirdim. Evet, değişim alanı. Üç silahşörlerin, (Dartanyan’ı da dahil edersek) aslında dört kişi olmaları gibi, triatlon da “değişim alanı ve değişim alanlarına konacak malzemeleri doğru düzgün teslim etme” branşını sayarsak aslında dört branştan oluşuyor. Sağolsun Emrah’ın yardımıyla her şeyi doğru yaptığımdan emin olarak bisikleti, bisiklette kullanacağım ayakkabıları, kaskı, gözlüğü, jelleri birinci değişim alanı için hazırladığım ve üzerinde numaralarımızın yazıldığı torbaya; koşu ayakkabılarını da ikinci değişim alanından alacağımız torbaya koyup görevlilere teslim ettim. Sonrasında da yarış öncesi adet olduğu üzere bol karbonhidratlı ve güzel sohbetli bir akşam yemeği yiyip yatıp uyudum.

                Yarış, Pazar sabahı 6:30’da iskeleden suya atlamamızla başlayacaktı. 4:30’da uyanıp kahvaltı salonuna gittim. Emrah, Alper, İbrahim, Nuri, Ahmet ve Burcuyla birlikte yarış öncesi kahvaltımızı yapıp yarış kıyafetlerimizi giymek üzere odalara döndük. Son bir kez değişim alanına dün teslim ettiğimiz bisikletleri ve diğer malzemeleri kontrol edip plaja yöneldik. Yarışın başlamasına yarım saat kadar vardı. Bu gruptan Emrah ve Alper haricinde hepimizin ilk triatlon yarışıydı ve heyecan doruktaydı. Hocamız İpek Onaran’dan son taktikleri aldık. Gerçi benim yarış planım belliydi: Sudan ölmeden çıkmak. Bisiklet ve koşu etaplarındaki tek hedefim, verilen süreyi doldurmadan keyifle bitirmekti. Yarıştan birkaç gün önce katılımcı listesine baktığımda, toplam 177 kişinin  yarışa katılacağını gördüm, yanlış saymadıysam tabi. Ne de olsa insanlar üçe ayrılır: Sayı saymasını bilenler ve bilmeyenler. Start anı gelip çattı, iskeleden dörderli sıra halinde suya atlıyordu bu 177 koca yürekli triatlet. Doğal olarak önce hızlı yüzeceğini beyan edenler (1200 metreyi 20 – 25 dakika arasında bitirmeyi düşünenler) giriyordu. Denizde hiç dalga yoktu. Otelin havuzuyla neredeyse aynı sakinlikteydi deniz. Nuri, İbrahim, Ahmet ve Burcuyla sıranın en arkalarındaydık ve bizim de sıramız gelmişti.

yok ya, ne gerginliği

               Yüzme parkurunda, ilki 800 metre, ikincisi de 400 metre uzunluğunda iki tane U çizecektik. Dönüş noktalarında kocaman dubalar vardı. İlk 800 metreden sonra sahile çıkıp (buna Australian Exit deniyor) ikinci U için hemen tekrar suya girecektik. Suya atlayınca hafif bir panik yaşadım. Bu, beklediğim bir durumdu. Tüm vücudu kaplayan wetsuit sayesinde yüzmek gayet kolaydı, suyun soğuk olması da sorun olmaktan çıkıyordu ama yine de ilk yarışın stresi, bünyemde paniğe sebep olmuştu. Neyse ki bu gayet yönetilebilir bir panikti. 4 -5 dakika sonra istediğim gibi yüzmeye başladığımı düşünüyordum. Kafamı çıkarıp arada dubalara bakıp düz bir çizgide yüzüp yüzmediğimi kontrol edince durumun hiç de öyle olmadığını farkettim. Çünkü attığım her kulaçta gitmem gereken hedeften daha da uzaklaşıyordum. Bilenler bilir, yer – yön duygum hiç iyi değildir. Bu durum sadece kara için değil, suda da geçerliymiş. Belli bir süre kafam dışarda, gözlerimi dubadan ayırmadan yüzünce sorun yoktu. Ancak bu şekilde gitmem gereken yere gidebiliyordum tabi bu da beni çok yavaşlatıyordu. İlk dubaya ulaşıp döndüğümde artık panik yerini fayda – maliyet hesaplarına bırakmıştı. (İşletme okumanın faydaları :P) Kafam suyun içinde (2 kol 1 nefes) düzeninde yüzerek hedeften uzaklaşacağıma, daha yavaş olmasına rağmen kafam dışarda ve düz bir çizgide yüzmeye karar verdim. Yine de ara ara 2 kol – 1 nefes’e dönüyordum ama parkurun en az %70’ini kafam dışarda yüzdüm. İlk 800 metreyi bitirip tekrar suya girince keyfim yerine gelmeye başlamıştı. Üçte ikisi bitmişti ne de olsa. Sudan sonuncu çıksam da önemi yoktu. Son 400 metreyi çok daha rahat (ama yavaş) bir şekilde tamamlamak üzereydim. Artık yüzme etabının varış noktasını görüyordum bile. Derken yine rotadan saptığım bir anda, kıyıya yakın bir yerde büyük bir taş bloğuna rastladım. Derinlik neredeyse  30 cm’e düşmüştü, elimle bu taş bloğunu tutup kendimi ileri iteyim derken iki parmağım kesildi. Önemli bir durum yok gibi görünüyordu. Zaten iki üç dakika sonra sudan çıktım. 38 dakika sürmüştü yüzme etabı. Elimi kontrol ettiğimde akan kanı gördüm, sağ elimin işaret ve orta parmağında 4cm uzunluğunda iki kesik vardı ve akan kanın miktarı beni hafiften ürkütmeye başladı. Değişimm alanına vardım. Benimki dahil sadece 4 bisiklet kalmıştı. Demek ki sudan sondan dördüncü olarak çıkmıştım, eh buna da şükür. Değişim alanındaki görevlilerden yara bandı rica ettim ama sürekli kan aktığından bant yapışmıyordu. Wetsuiti çıkarıp çorapları ve bisiklet ayakkabılarını giymem, kaskı ve gözlüğü takmam, kanı havlu ve peçeteyle durdurmaya çalışmam ve daha da önemlisi “Yarışa devam etmeli mi etmemeli mi?” sorusunu cevaplamam tam 9 dakikamı aldı. Daha kısa sürede yataktan kalkıp duş alıp giyinip evden çıkmışlığım vardır.

                Yarış öncesinde, tüm planlarımı sudan çıktıktan sonra yarışın çok rahat geçeceği varsayımıyla planlamıştım. Ama işte, bilge (!) insan İlkkan Yedinci’nin de dediği gibi: “Tanrı’yı güldürmek istiyorsan, O’na planlarından bahset.” Hemen bir kâr – zarar hesabı yaptım. (Esnafız neticede) İki ufak kesiğin ve hâlen akmakta olan kanın benim gibi yaklaşık 2 metre boyunda dev gibi bir adama pek bir zararı olmayacağını karar verip bisikletime atladım ve parkura girdim. Bodrum – Milas yolunun Torba – Güvercinlik arasındaki kısmında 3 turdan oluşuyordu bisiklet etabı. Toplamda (Strava kaydına göre) 768 metre yükseklik kazanımlı inişli çıkışlı bir parkurdu ve asfalt kalitesi harikaydı. Dönüşlü bir parkur olduğu için karşıdan gelen arkadaşlarımı görebiliyordum, bu da moralimi düzeltti. Acı eşiğim çok düşük sayılmaz, zaten acı da yoktu ama kanın akmaya devam etmesi beni tedirgin ediyordu. Akışına bırakıp  pedallamaya devam ettim. Dakikalar geçtikçe kan dondu, tedirginliğim de azaldı. Dört nala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleketin en güzel yerlerinden birinde yol, bizim rahatça pedallamamız için trafiğe kapatılmıştı. Bunun keyfini sonuna kadar çıkarmam gerekiyordu. Tabi bu keyif maksimizasyonu, rahat rahat sürmek anlamına gelmiyordu, tam aksine, bu sporun keyfi zorluğundaydı. Tırmanışlarda olanca gücümle pedallara basıyordum, elimden geldiğince büyük viteste tırmanıyor, yokuşu yarıladıktan sonra ancak vites küçültüyordum. İnişlerde de pek viraj olmadığı için frene mümkün olduğunca az basıyordum. Böyle böyle 60 km geçti. Saatime göre 2 saat 3 dakika sürmüştü. İkinci değişim alanı, bir benzinlikteydi. Bisikleti görevliye teslim edip, kaskı çıkarıp ayakkabıları değiştirip koşmaya başladım.

                Koşu parkuru, patika yoldaydı. Görkemli bir doğanın kalbinde, dik tırmanışlarla (ve tabi inişlerle) dolu harika bir parkurdu. Koşu parkurunun patikada olması, bu yarışı Türkiye’de düzenlenen diğer tüm triatlon yarışlarından farklı kılıyor çünkü diğer yarışların tümünün koşu parkurları yol koşusundan oluşuyor. Patika koşusunu, yol koşusundan ayıran önemli farklar var. Misal, yol koşusunda yürümek, yasak olmasa da pek hoş karşılanmaz. Patikada ise, dik yokuşlarla karşılaştığınızda gönül rahatlığıyla yürüyebilirsiniz, zira o yokuşu koşarak çıkmaya çalışmanın getirisi hız anlamında çok az, götürüsü ise yorgunluk anlamında çok fazladır. Tabi ki patika koşularının en güzel yanı, normalde göremeyeceğiniz doğal güzellikleri görme şansını size sunmasıdır. Manzaralar gözünüze bayram ettirirken, kuş sesleri kulaklarınıza, türlü çeşitli çiçeklerin, otların kokusu burnunuza ziyafet verir adeta. Koşu etabında yükseklik arttıkça, etrafımızdaki yeşilin binbir tonunun yanısıra, karşımızda uzanan denizi de tüm muhteşemliğiyle görüyorduk.

Ibn-i Haldun'un söylediği iddia edilen “Coğrafya kaderdir” sözü aklıma geldi koşarken. Gün geçmiyor ki memleketimizde, sadece bizim memlekette olabilecek trajediden tatsızlığa geniş bir yelpazede bir olumsuzluk yaşanmasın, gün geçmiyor ki bir twitter kullanıcısı bu olummsuzlukla ilgili görüşünü belirtmek için bu sözü kullanmasın. TDK’ya göre coğrafya, yeryüzünü fiziksel, ekonomik, beşeri ve siyasal yönden inceleyen bilim. Kaderse, malumumuz yazgı. (Şansını zorlamayı seven bir şaire göreyse kader, beyaz sayfaya sütle yazılmış bir yazı.) Kaderimiz, coğrafyanın fiziksel yönünde bize inanılmaz bir torpil geçmiş. Şimdiye dek görüp de doğasına hayran kalmadığım bir yeri yok ülkemizin. İşbilmezlikten ya da kötü niyetten kaynaklanan onca tahribata rağmen. Ekonomik, beşeri ve siyasal olguları ise “kader” diye nitelemek ve değişmez olduğunu kabul etmek ne kadar doğru?  Nüfusunun yarısı deniz seviyesinin altında yaşayan Hollandalılar, yılda ortalama 100 günü yağışlı geçiren İngilizler, yıllık sıcaklık ortalaması 6 derece olan Norveçliler coğrafya ve kader ilişkisi hakkında ne düşünüyor acaba? Ekonomik, beşeri ve siyasal durumları bizden çok daha iyi olduğuna göre, insan iradesi ve aklı, fiziki coğrafyaya ait olumsuzluklara rağmen kaderi şekillendirebiliyor demek ki. Bu muhteşem doğa, insan iradesi ve aklının hünerleriyle bir araya gelirse ne olur(du) peki? İşte bu yarış, bu sorunun cevaplarından biriydi. En ufak bir aksaklığın yaşanmadığı kusursuz bir organizasyon, böyle harika bir doğada yapılabildi pekâla. Yarışın yapımında ve yönetiminde emeği geçen herkese karşı şükranla doluyken saatime baktım ve son kilometrelerde olduğumu farkettim. Yarışa başlayalı 4 saat 20 dakika olmuştu. Çok bitkin değildim, kendimi biraz daha zorlarsam 4:30’un altında bitirebilirdim. Son kuvvetimle hızlanmaya çalıştım. Finish noktası, oteldeydi yine ve varış takının altından geçtiğimde, saatim 4 saat 30 dakikayı 38 saniye geçiyordu. Madalyamı boynuma geçirdim. Triatlon camiası için küçük, benim için büyük bu mutluluğu önce eşimle ve oğlumla paylaşmak için odamıza doğru yürüyordum ki yarı yolda karşılaştık. Aslında yarışlardan sonra bitiren herkese verilen bu madalyalardan bir kat fazla imâl edilmeli. Bir madalya yarışı bitirene, bir madalya da onun eşine verilmek üzere. Çünkü hazırlık süreci, sporcunun en yakınındakiler için de, derin bir anlayış, sabır ve sevgi gerektiren zorlu bir süreç. Şanslıyım ki eşim bu hasletlerden fazlasıyla nasibini almış biri. Belki de yarışı sağ salim bitirmenin verdiği hazdandır, pek yorgunluk hissetmiyordum. Bu yarışa beni, yıllardır birlikte çalıştığım hocam İpek Onaran (a.k.a. zalım) hazırladı. Gerçi türlü sebeplerle atladığım çok antrenman oldu ama sayesinde tükenmeden yarışı bitirebildim. Madalya askısına eklenecek yeni bir madalya ve dinleyenleri bıkıp usandırana kadar anlatacağım bir sürü anıyla, aynı gün eve döndük. Yol boyunca, aklımda bundan sonra acaba hangi triatlon yarışına katılsam sorusu dönüp duruyordu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

2025 YARIŞ TAKVİMİ

TESADÜF ESERİ KOŞUYA BAŞLAMAM ve DEVAMINDA GELİŞEN OLAYLAR