YARIMADA, YARIMARATON, TAM TEKMİL MACERA
“Amma da yazmışsın, kim okuyacak
bunu” diyenler için dört cümlelik dev hizmet (ya da TL&DR): 2 yıl aradan
sonra ilk yarışımı Kaş Yarı Maratonunda koştum. Sağlıklı bir şekilde
tamamladım. Harika insanlarla tanıştım. Kaş, mükemmel bir yer.
En son 3 Kasım 2019’da İstanbul
Maratonunda koşmuştum. 3 saat 50 dakikada bitirmiştim. 3üncü maratonumdu ve PB
(kişisel en iyi derece) yapmıştım. Bir ay kadar herhangi bir hedef belirlemeden
keyfime göre koşmaya devam ettim. Sonrasında da Mart 2020’de Antalya
Maratonu’nda bir kez daha koşmaya karar verdim. 2020’nin Ocak Ayında, daha önce
hiç geçirmediğim kadar şiddetli bir grip geçirdim, bir hafta yorgan döşek
yatacak kadar şiddetli. Hani kimilerinin Corona resmi olarak ülkemize teşrif
etmeden evvel Corona geçirdiklerini iddia ettikleri türden bir rahatsızlıktı.
Hâliyle o bir hafta ve nekahet dönemindeki bir hafta antrenmansız geçti. El
yordamıyla kendi kendime hazırladığım program çöp olmuştu. Maratona daha bir
buçuk ay vardı ama motivasyon bünyemi öyle bir terk etmişti ki evinin önüne
gidip serenat yapsam da geri dönmeyecekti. Sonrası malum.
Bilenler
bilir, bir aydan biraz uzun bir süre önce, Ağustos’un son gününde baba oldum.
Şimdi bu değişimin bende yarattığı etkileri kelimelerle ifade edebiliyor olsam
bir imza gününe yetişmek gibi telaşlarım olurdu. Kısaca, mucizevi bir olay
diyebilirim. Gerçeklerin arasına katılan her yeni mucize gibi, dünyaya
gözlerini yeni açan her insan yavrusu da maksimum miktarda ihtimamı hak ettiği
için, artık hayatımızı O’na göre ayarlamamız şarttı. Genel olarak spor, özel
olarak koşu ve bu sporun en zevkli yanlarından biri olan yarışlar da bu
ayarlardan nasibini alacaktı tabi. Doğumdan birkaç hafta sonra, instagram’da
gezinirken Kaş Yarı Maratonundan haberdar oldum. Resmi ismiyle Kaş
Yarımadatonu. Bu harf oyunlu cin başlıklı ismi, bu anlamlı tashihi anlayana
kadar, Q klavyede r ve d harflerinin yakınlıklarını da düşünerek “Yahu daha
yarışın ismini doğru düzgün yazamıyorlar” demiştim kendimce. Neyse ki jetonumun
düşmesi, yarışa katılmamama sebep olacak kadar uzun sürmedi: Yarışın büyük
kısmı Kaş’taki Çukurbağ yarımadasında koşulacaktı. Yarışın tarihi de 9 Ekim’di.
Bir gün önceden yola çıkmamız gerekecekti haliyle. (Evet, bildiniz buradaki
birinci çoğul şahıs, eşim Ayşe, oğlumuz Kemal Kâşif ve ben oluyoruz.) Oğlanın
doğduğu günden 8 Ekim’e kadar olan günleri saysam da, solundaki sıfırları
silsem de (kaldı mı 9), sağındaki sıfırları çizsem de (kaldı mı 2), 2yle 9u
toplasam da (ne yapar? 11 yapar), bir
türlü o sihirli formül tutmuyor ve “kırk yapmıyordu”. Oğlumuzun “kırkı
çıkmadan” bizim yola çıkmamız gerekiyordu.
Şaman geleneklerine saygısızlık etmek istemezdik ama şartlar bunu
gerektirdi.
8 Ekim
Cuma günü, saat 10:30’da evden çıkmayı başardık ve olaysız bir şekilde saat 15’te
otelimize vardık. Odaya yerleştikten sonra yarış kitini almak üzere Cumhuriyet
Meydanı’na gittim. Kiti aldıktan sonra da yürüyerek şöyle bir etrafı turladım.
Bu, Kaş’a üçüncü gelişimdi. En son 2015 yılında gelmiştim. O zamandan beri pek
değişmediğini görüp sevindim. Ne ben 6 yılda “Kaş da çok bozdu” diyecek kadar
yaşlanmıştım, ne de Kaş bunu dedirtecek kadar değişmişti. “Değişim” kelimesi,
daha çok olumlu anlamları çağrıştırsa da konu nispeten küçük ve sevimli bir
turistik belde olduğunda, gözümde betonperest müteahhitlerin inşa edeceği dev
ve güya modern tesisler geliyor. Yemeğimdeki bir saç teli beni daha fazla
rahatsız edemezdi.
Kâşif
uyuyunca, yarış öncesi son akşam yemeği için dışarı çıktık. Saat 18’e geliyordu
ve öğle yemeğini atlamak zorunda kalmıştık. Açlığım sebebiyle iyi ve kötü
karbonhidrat arasındaki pek de ince olmayan o çizgiyi göremiyordum. “Yeterli”, “doyurucu”
ve “fazla” kelimelerinin de anlamları bulanıklaşmış gibiydi. Bu kafayla
yiyince, sindirimi kolaylaştırmak için soda ve kahve içmeye ve bunu başka bir
mekanda yapmaya karar verdik. Ne var ki, Kâşif uyanıp patronun kim olduğunu
bize hatırlattı ve otele döndük. Neyse ki sevgili oğlum gece mışıl mışıl uyudu,
ben de güzel bir uyku çektim sayesinde ve yarış sabahına dinç bir şekilde
uyandım. Yarış, saat 9’da başlayacaktı ama kahvaltıyı doğru zamanda yapabilmek
için 6’da kalktım. Akşamkinden çok daha hassas davranarak kahvaltımı yaptım,
otelden çıkana kadar yaklaşık 1,5 lt. su içtim ve 8:30’da başlangıç noktasına
gelmiştim. Katılımcılar, birlikte ısınma hareketleri yapıyorlardı. Tanıdık
yüzler görmek ümidiyle etrafta dolanıyordum ki, hem ortak bir tanıdığımız
(İbrahim) vasıtasıyla gıyabında tanıdığım hem de birbirimizi o ana dek hiç
görmemiş olsak da Strava’dan takipleştiğimiz Emrah’la karşılaştım. 6k parkurunda koşmuştu.
Emrah, deneyimli bir dağ bisikletçisiyken yakın zamanda yol bisikletine
geçmişti. Koşudan da zevk almaya başlamıştı. O kısa zamanda (yaklaşık 8 – 10
dakika) koşuyla olan ilişkimizden, ileride koşuda ve triatlonda yapmak
istediklerimizden bahsettik. Tam onunla vedalaşıp ısınmaya başlayacaktım ki
Levent’le karşılaştık. Onunla da ilk karşılaşmamızdı. Aynı whatsapp
grubundaydık ve aynı yarışa katılacağımızı biliyorduk. Kırmızı karanfili ben
takmıştım. Isınma koşusunu Levent’le yaptık ve birlikte start noktasında
yerimizi aldık. Birkaç hafta önce çok zor bir yarış olan Likya Yolu Ultra
Maratonunda 57 km parkurunu tamamlamıştı ve bu ikinci yarı maratonuydu.
Kaş
Yarı Maratonu, daha doğrusu Yarımadatonu, 21km’de 380 metre yükseklik kazanımı
olan bir yarış. Cennet vatanımızın en güzel yarımadalarından birinde koşuluyor
ama tırmanmakla bitmeyen, insan haklarına ve fizik kurallarına aykırı yokuşlara
sahip. Yarış, başladığı noktada bitiyor ve her çıkışın bir inişi var elbet ama
bilenler bilir; çıkarken kaybedilen hızı inerken telafi etmek çoğu zaman mümkün
değildir. Hatta kimi zaman inmek, çıkmaktan daha zordur. Yarış, 9’da başlıyordu
ve çoğu koşu organizasyonunun aksine Pazar değil de Cumartesi günü icra
ediliyordu. 9’da başlama sebebi, başka şehirlerden sabah gelip koşuya katılacak
sporculara zaman tanımak olabilir. Tabi böyle olunca koşunun ikinci saatinin
cayır sıcakta geçeceğini tahmin etmek için meteoroloji balonu uçurmaya gerek
yok. Velhasıl, zor bir yarışın bizi beklediği aşikârdı. Neyse ki yarışta su
desteği gayet yeterliydi. Yarış sonrası ikramlar da çeşitlilik ve miktar
anlamında tatmin ediciydi. Bu, hedef yarışım değildi. Yazının başında da
bahsettiğim gibi, iki yıldan sonraki ilk yarışımdı. Birinci önceliğim, bu
yarıştan elimden geldiğince keyif almak ve sağlıklı bir biçimde bitirmekti. Mart
ayından beri, hocam İpek Onaran’ın yazdığı koşu ve bisiklet antrenmanlarını yapıyordum.
Saat tam 9’da Start verildi ve
Levent’le birlikte ihtiyatlı bir şekilde koşmaya başladık. Rota, yarımadaya gitmeden
5 km. kadar sahilde koşup (batıya doğru) geri dönmemizi gerektiriyordu. 5inci km
tamamlandığında pace’im 5:05 civarındaydı. Uvertür bitmişti ve perde şimdi
açılıyordu. Evet, o bitmez tükenmez yokuşlar. Yarımadadaki ilk tur yaklaşık
7inci km’de başlıyordu ve 5,5 km kadar sürüyordu. Yarışın engebeli rotasından
mütevellit herhangi bir tempo hedefim yoktu. Sadece yokuşlarda ne kadar
yavaşlasam da yürümemeyi amaç edinmiştim. Dolayısıyla saate de sadece nabzımı
kontrol etmek için bakacaktım arada. Ne zaman bir yarışa katılsam (bu
katıldığım 10. Yarıştı) tabiatın fazlasıyla cömert davrandığı bir coğrafyada
yaşadığım gerçeğini bir kez daha fark ediyorum. Sağımda mavinin, solumda
yeşilin onlarca farklı tonunu görüp, yaşadığım görsel hazdan gaza gelip hızımı
arttırmaya çalıştım. İzlenimci bir ressamın elinden çıkmış bir tabloda gibiydim.
Bob Ross’un sesi yankılanıyordu: “Belki şurada yokuşu tırmanmaya çalışan küçük
ve mutlu bir koşucu vardır.” İkinci tur başladığında, dekor ve sahnedekiler
aynı olsa da senaryo ufaktan değişiyor gibiydi. Artık yokuşları inerken daha kontrolsüzdüm,
çıkarken de yürümeme ramak kalıyordu ve tırmanışlar hiç bitmeyecek gibi geliyordu.
Az önceki tablodan çıkmıştım da, Escher’in imkansız merdivenindeki (Penrose
merdiveni) figürlerden biri olmuş gibiydim. Öyle böyle ikinci turu da
tamamlıyordum ve bitişe sadece 3 km. kalıyordu.
Arkamdan
bir müzik sesi geliyordu. Şarkının adını anımsayamıyorum ama grubu tanıyorum:
System Of A Down. Üniversite yıllarında az dinlememiştim. Önümdeki deniz
manzarası ve kaslarımda biriken laktik asit, gözümde koskoca mazinin
canlanmasına izin vermiyordu. Bir sonraki şarkı daha tanıdık: Every You, Every
Me. Derken müzik zevkini takdir ettiğim koşucu bana yetişti ve ikimiz de can
havliyle olsa da muhabbet etmeye başladık. Önce birbirimize ne kadar iyi gittiğimizi
söyleyip (burada gerceği biraz değiştirmiş olabiliriz) kendimizi motive ettik.
Sonra koşunun hayatımıza neler kattığından kısaca bahsettik. Nefesimizi yarışa
saklamak gerektiği konusunda hemfikir olup varış noktasında buluşalım dedik,
sonra tekrar yarışın neredeyse bittiğini birbirimize hatırlatıp gevezeliğe
devam ettik. Yarışın son 3 km’sinden 2sini Mehmet’le muhabbet ede ede
geçirdik. Sonra, yeni arkadaşım Mehmet, biraz hızlanıyor. Sporun bir artısı
daha: Başka türlü yollarımızın kesişmeyeceği insanlarla tanışmak. Son
kilometreyi de kendimle baş başa koşup, yarı maratonu resmi sonuçlara göre
1:58:42 ile yarışı bitirip, 21km’yi tamamlayan 70 katılımcı arasından 25inci oldum.
Benim form düzeyimdeki biri için fena sonuç sayılmaz. Atlet olarak
başarılarıyla, coach olarak zalımlığıyla yedi cihanda nam salmış hocam İpek
Onaran'la çalıştıkça daha iyilerini yapacağımı düşünüyorum. Ama “daha iyisini
yapmak” spordaki en önemli amacım değil. Bu işten keyif almak, spor sayesinde
harika insanlarla tanışmak, sporu hayatımın ayrılmaz bir parçası hâline
getirmek benim için önem sıralamasında daha üst sıradaki hedefler.
Varış takını geçtikten sonra, güzel bir beslenme menüsüyle karşılaştım. Organizasyonun sunduğu ikramları mideye indirip bir banka oturdum. Orada karşılaştığım arkadaşlardan, 12 km parkurunda koşan Yavuz Abi’nin yaş grubunda 1inci, gelen klasmanda 3üncü olduğunu öğrendim. Ne kadar takdir etsem az. Yarış sonrası otele dönüp biraz dinlendim. Eşimin 2019’daki doğum günümde hediye ettiği ve o günden beri katıldığım her yarıştan sonra giydiğim, göz doktorlarının hastalarına teşhis koyarken de kullanabilecekleri, bakmasını bilenler için nice ibretler içeren bir mesaj taşıyan tişörtümü giydim ve recovery sürecini başlattım.
Uzun
bir aradan sonra tatil yapmak, daha da uzun bir aradan sonra yarış koşmak, üstelik
bunları cennetten kopup yeryüzüne düşmüş gibi görünen bir yerde yapmak bana
kendimi çok iyi hissettirdi. Eşimin gerek ben antrenman yaparken, gerekse
benimle (ve artık oğlumuzla) yarıştan yarışa koşturarak gereken desteği
vermesi, yukarıda resmini gördüğünüz tişörtte yazan her iki cümleyi de gerçek
kılıyor benim için. Peki şimdi nereye?
Onur kardeş tebrikler.
YanıtlaSilTeşekkür ederim
SilBir solukta okudum abi tebrikle ailenle birlikte sağlıklı,huzurlu,bol sporlu yaşam dilerim.Birlikte koşmak ve sürmek dileğiyle
YanıtlaSilTeşekkür ederim, umarım bir gün birlikte sürer ya da koşarız 🤗
SilTebrik ederim.
YanıtlaSilAbi teşekkürler, sağolasın
SilKoşarak, Kaş'ın eşsiz güzelliğini tatmak, koşucular için ölmeden önce yapılması gerekenlerden biri bence 🙂Her sene eşim ile birlikte en az 1 hafta Kaş'a yolumuzun düşmesi için çabalarız. Bu sefer, Yarımaradon'dan önceki yine Kaş'taydık ve o hafta boyunca neredeyse her sabah Çukurbağ loop'unu koşarak tamamladım. Umarım seneye yarış zamanına denk getirebilirim. Ayaklarına sağlık, tişört de ayrıca çok yaratıcıymış 🙂 nereden aldığınızı öğrenmek isterim.
YanıtlaSilEvet, Kaş hakikaten harika bir yer. Ülkemiz sınırları içinde olduğu için çok şanslıyız. Tişört, eşim aldığı zaman (2019) yurtdışındaki web sitelerinde satılıyordu. Sağolsun O da düz bir tişört alıp üzerine yazıyı ayrıca yazdırmış.
SilOnur'cum seni tanımak çok keyifliydi.. Sporun birleştirici güzelliği işte burada çıkıyor. Her yarış bir macera 🤘
YanıtlaSil