ÇELİŞKİNİN ANAVATANI: BEYRUT

 

Bu yazıyı, bu seyahatin üzerinden 2,5 yıldan fazla zaman geçtikten sonra yazıyorum. Yazma sebebim, detaylı bir gezi rehberi hazırlayıp, bu saatten sonra Beyrut’a turist olarak gitmeye cüret edecek koca yürekli insanlara tüyolar vermekten ziyade, hafızamı zorlayıp şimdiye dek gördüğüm en ilginç kent olan Beyrutla ilgili anılarımı olabildiğince canlı tutabilmek.

2019 yılının Şubat ya da Mart ayında, aynı senenin Ramazan bayramını yurtdışında değerlendirmeyi düşünüyorduk eşimle. Vize derdi olmayan, çok uzakta da olmayan (çünkü iki – üç gün ayırabilecektik), böbreklerimizi çaldırmayacağımız, daha önce gördüğümüz yerlere benzemeyen bir yer olsun diye düşünüyorduk. Ismarlama bir akademisyen ilânı gibi oldu. Bu kriterleri karşılayan tek yer Beyrut’tu. Tabi dikkatli davranmazsak böbreklerimizi çaldırmaktan çok daha büyük güvenlik problemleriyle karşılaşabilirdik. Pegasus’un o zamanlar Antalya’dan Beyrut’a direkt uçuşları vardı. 3 saat araba kullanmak, aktarmayla uğraşmaktan çok daha cazip geldi bize. Sevgili dostlarımız Ayşegül – Çağrı çiftini de bizimle gelmeye ikna ettik. Uçak biletlerinden sonra, konaklama işini de hallettik. Kentte en fazla zaman geçireceğimiz Hamra bölgesin bulunan Hotel Cavalier’e rezervasyon yaptırdık. Zaman, her seferinde olduğu gibi yine su gibi aktı ve yolculuk zamanı geldi. Önceden hazırladığımız, anahatları belli bir planımız vardı, nereyi hangi gün ziyaret edeceğimize dair. Ama “akış”a uyup, “an”ın içinde olup, şehrin bize vereceği ilhamlara da hazır olacaktık. Uçağımız akşamın bir vakti indi Beyrut’a. Tam adıyla Beyrut Refik Hariri Havalimanına. Günlük belli bir ücret karşılığı (o zamanlar günlük 75 tl idi) Vodafone hattının kendi ülkemizde sunduğu tüm olanakları yurtdışında da kullanmamızı sağlayan bir paket vardı ama maalesef, Lübnan, bu hizmetin verildiği ülkelerden biri değildi. O yüzden havaalanından otele uber yerine taksiyle gitmemiz gerekti. Sonradan uber fiyatlarıyla kıyaslayınca pek de yüksek bir ücret ödemediğimiz ortaya çıktı. Odalara valizlerimizi bırakıp yürüyerek liman kısmına indik. Şık cafeler, gösterişli restoranlar ve nemli bir havayla karşılaştık. Bir cafede oturup, adetimiz olduğu üzere hemen memleketin yerel birasıyla tanıştık. Ertesi gün uzun bir gün olacağı için çok fazla vakit geçirmeden otelimize döndük ve güzel bir uyku çektik. Sabah uyanıp otelde kahvaltılarımızı yaptık ve bu egzotik şehri  keşfetmek için hazırdık. İlk günkü planımız, otelin merkezi olduğu ve yaklaşık 5 km. yarıçapında bir daire içinde kalan yerleri  yürüyerek keşfetmek üzerine kuruluydu. İlk adresimiz de, yanyana konumlanmış olan Maruni Kilisesiyle Muhammed Emin Camiisiydi. Yolumuzun üzerinde meşhur saat kulesinin önünde de bir iki fotoğraf çektirelim dedik. Turistler tarafından kendisinden fotoğraf çekmesi rica edilip, bunu kabul ettiği hâlde son derece özensiz bir şekilde fotoğraf çekenler için cehennemde özel bir yer vardır umarım. Neyse, dinler arası diyaloğa, karşılıklı saygı ve hoşgörü ortamına katkıda bulunmak üzere kutsal mekanları da ziyaret ettikten sonra, aç karnımızı doyurmak gibi daha dünyevi meselelerle ilgilendik.


         Günün geri kalanında da az önce bahsettiğim daire içinde hatta bazen o dairenin dışına da çıkarak, yarınlar yokmuşçasına yürüdük. Yeri geldi sokak satıcılarından falafel  ve humus yedik, yeri geldi sıla hasretini gidermek için Starbuck’s’a gidip grande iced mocca içtik. Gün geceye kavuşurken, ayaklarımıza kara sular inmiş bir hâlde otele varmıştık ve önceden rezervasyon yaptırdığımız bir restorana gitmek için hazırlanıyorduk. Restoranın adı Abdulvahap idi. Birden çok şubesi olan bir yerdi gerçi ama biz gerek internetten yaptığımız araştırmalar, gerekse otel görevlileri başta olmak üzere Lübnanlılarla yaptığımız soruşturmalar sonucunda öz hakiki Abdulvahap’ın hangisi olduğunu doğru bir şekilde tesbit ettiğimizi düşünüp oraya gittik. Menü birbirinden lezzetli Lübnan yemeklerinden oluşuyordu, şimdi neler yediğimizi tam olarak hatırlamıyorum tabi ama esas hatırlanmaya değer olan içtiğimiz arak nam Lübnan rakısıydı. Rakı gibi anasondan yapılan bir içki ama içimi çok daha yumuşak, alkol oranıysa rakıyla hemen hemen aynı. Sevgili dostlarımız Ayşegül ve Çağrıyla koyu bir muhabbet eşliğinde akşam yemeklerimizi yedik. Restoranın terasında oturuyorduk ve hafiften bir serinlik vardı. Rakı sofralarından âşina olduğumuz üzere, yemeğin bir yerinde çay istedik. Garson bize uzaydan gelmişiz gibi baktı ve doğru anladığından emin olmak üzere iki kez gerçekten çay isteyip istemediğimizi sordu. İlk kez böyle bir istekle karşılaştığı çok belliydi. Keyifli bir akşamdı.

İkinci gün erkenden kalkmamız gerekiyordu zira yerel bir tur şirketinden Baalbek turu satın almıştık. Tur otobüsüne bindik ve Beyrut’a 86 km mesafedeki bu harika antik kente gittik. Bir önceki gün tek tanrılı dinlerin mabetlerini ziyaret etmiştik. Şimdi sıra çok tanrılı dinlerin mabetlerindeydi. Baalbek’i, alfabenin de mucidi sayılan Fenikeliler inşa etmişti, sonra bu toprakların hâkimi olan Romalılar da devam etmişti. Fenike’nin tabiat ve dolayısıyla bereket tanrısı Baal için inşa edilmişti bu koca mabet, sonra Romalılar gelip kendi tanrıları Jupiter’i onurlandırmak için de inşaat faaliyetlerine devam etmişlerdi. Onca savaş, felaket ve aradan geçen yüzlerce yıla rağmen hâlâ bütün haşmetiyle ayaktaydı. Gerçi Romalıların Hristiyanlığa meyletmesinden sonra, Baalbek eski şânını yitirmiş, gözden düşen tanrılar olan Jupiter ve Baal de gitgide zayıflayıp yok olmuşlardı. Ama onlar için inşa edilmiş bu koca antik kent  halen daha hergün birkaç otobüs dolusu turisti kendine çekecek kadar merak uyandıran bir yerdi. 


 Öğleye doğru yine otobüslere doluşup yolumuzun üzerinde bulunan, etrafında nehirlerin aktığı, yeşillikler içinde ama fazlasıyla turistik bir restoranda yemek yiyip, sonrasında yine fazlasıyla turistik bir şarap mahzenine uğrayıp Beyrut’a döndük. Öğle yemeğinde tanıştığımız tonton bir Fransız teyze, bize Mineral Müzesini mutlaka ziyaret etmemiz önerisinde bulundu. Listemizde vardı bu müze ama gidip gitmeme konusunda kararsızdık. Seyahat öncesi okuduğumuz hiçbir Türkçe blogda bahsedilmiyordu ama Tripadvisor’da “Beyrut’ta ziyaret edilmesi gereken yerler” listesinde üst sıralarda yer alıyordu.


Bu öneriyle birlikte kararsızlığımızı bir tarafa bırakmıştık ve şehir merkezine ulaşınca Mineral Müzesine gittik. Dünyanın dört bir yanından toplanmış yüzlerce çeşit mineral ve taş örneğinin ışıl ışıl parıltısıyla gözlerimiz kamaştı. Hayatımda bir tanesini bile görmediğim, tabiatın bağrından kopup gelen bu muhteşem örnekler beni hem büyülemişti hem de bu konudaki cehaletimden utanmama sebep olmuştu. Bu müzede saatlerce kalabilirdik ama zamanımız kısıtlı, yolumuz uzun ve bu memleketin de şartları çetindi. Beyrutlu Aristokrat Nicolas Ibrahim Sursock’un kente armağan edip kendi adını verdiği Sursock müzesini de ziyaret edip (modern sanat müzesiydi) akşam yemeğimizi yemek üzere yine önceden rezervasyon yaptırdığımız Ermeni lokantasına (restoranı değil) gitmek üzere yola koyulduk. Lokanta, tahmin edileceği gibi, Beyrut’un Ermeni mahallesi Bourj Hammoud’da yer alıyordu. Lokantanın menüsü, bize pek yabancı gelmedi haliyle. Aşina olduğumuz yemeklerin sadece isimleri değişmiş gibiydi. Siparişlerimizi İngilizce verdik, 4 kişi kendi aramızda Türkçe konuşuyorduk doğal olarak. Personel gayet dost canlısıydı, bizim konuşmalarımızdan vazife çıkarıp eksiklerimizi gideriyorlardı. Mekanda sigara içilip içilmediğini anlamaya çalışıyorduk misal, çat diye küllük konuyordu önümüze. Yemeğin biraz daha tuzlu olsa daha iyi olabilceğinden bahsediyorduk, aynı hızla tuzluk konuyordu önümüze. Türkçe anlıyorlardı  ama konuş(a)muyorlardı muhtemelen. Ama yemekler gayet lezzetliydi. Beyrut’taki ikinci günümüzün sonunda o meşhur “gece hayatı”nı deneyimlemek üzere, limandaki gece kulüplerinden birine gittik. Yanyana bir sürü gece kulübü vardı ve hepsinini önünde Range Roverlar fink atıyor, insanlar da uzun kuyruklar oluşturuyordu. Duyduğuma göre iç savaş zamanında bile Lübnanlılar, mağaralarda gece kulüplerini işletmeye devam etmişler. Böyle de eğlenmeyi seven bir halk. Buna benzer bir durum, İkinci Dünya Savaşı esnasında Londra’da da yaşanmış. Alman Hava Kuvvetleri, İngiliz halkını korkuya ve ümitsizliğe sürüklemek için kenti bombalamaya başlamış ama ilk birkaç günden sonra İngilizler gökten yağan bombaların altında, dehşete kapılmak bir yana,  günlük hayatlarına savaş öncesinde olduğu gibi devam etmişler. Ölüm ihtimali bu kadar yükselince hayatın değeri daha iyi anlaşılıyor olabilir, sahip olduğumuz, bize bahşedilen bu kıymetli ve biricik hayat, bombalar ve mermiler arasında daha anlamlı ve daha sahici bir hâle  geliyor olabilir. İhtimalleri çoğaltmak, bu tezat gibi görünen durumdan onlarca teori üretmek elbet mümkün. Açık hava gece kulüplerinde önceden tahmin ettiğimiz kadar eğlenemedik. Bir iki yer deneyip otelimize döndük. Belli ki yaşlanmışız.

  Bu yalnız ve güzel şehirde üçüncü sabahımıza uyanıp kahvaltımızı yaptıktan sonra, uber marifetiyle, şehrin 20 km kuzeyindeki Jeita Mağarasına gittik. Mağaranın etrafında “turistik” bazı düzenlemeler yapılmış. Dik merdivenler yerine teleferik düzeni kurulmuş misal, hediyelik eşya satan satıcılar tezgahlar açmıştı aynı zamanda. Birbirinden ayrı ama bir şekilde bağlanan iki ayrı mağara var aslında. Ve derinliği 9 kilometreyi buluyor. Mağara, sularla kaplı olduğu için sandala bindirip gezdiriyorlar turistleri. Bu yaklaşık 15 dakikalık sandal geintisinde de, tıpkı bu seyahatin geri kalanında yaşadığım birbirine taban tabana zıt duyguarı yaşadım: Hem bir uçsuz bucaksızlık duygusu, hem de hafiften bir klostrofobi, hem huzur hem endişe. Belki de bu mağara, cennet ve cehennemin evliliğinden doğmuş bir çocuktur, kimbilir. Günün geri kalanını otele yakın yerlerde geçirdik. Akşamüzeri, güneş batarken, güvercin kayalıklarına gidip fotoğraf çekildik. (Yapmayanı dövüyorlar) Akşam da yine otelin yakınlarındaki bir caz kulübüne gidip müzik dinleyip kokteyl içtik. İşte yaşımıza uygun “gece hayatı” aktivitesi. Ertesi gün de yine gittiğimiz rota ve ulaşım araçlarını kullanarak evlerimize döndük.


Dekorasyonla ilgili bir iş yaptığım için, en çok kullandığım kelimelerden biri de, Fransızca kökenli, 8 harfli bir kelime olan kontrast. Karşıt, karşıtlık anlamına geliyor. Daha geniş bir ifadeyle,  biçim ve renkler arasındaki karşıtlıkları tanımlamak ve veya nitelemek  için kullanılıyor. Müzik, fotoğraf ve resim gibi güzel sanat dallarında teknik anlamları da olan bir kelime. Tabi hiçbir kelime, hiçbir sanat ya da bilim dalının tekelinde ya da onun patentli ürünü değil.  Beyrut’ta geçirdiğim 4 günden sonra, “tek kelimeyle tanımlama mafyası”nın üyeleri, kafama silah dayayıp bu şehri kişisel gözlemlerim ışığında tek kelimeyle tanımlamamı isteseler, “Yapmayın abi, çoluğum çocuğum var” dedikten sonra “kontrast” derdim.  Bir yanda camdan gökdelenler, diğer  yanda barakalar, bir  yanda Avrupa başkentlerinde bile nadiren görülebilecek kadar lüks otomobiller, diğer  yanda Hint filmlerinden aşina olduğumuz tıka basa dolu külüstür otobüsler, bir yanda onlarca gece kulübünün oluşturduğu öbekler  ve önlerindeki uzun kuyruklar, diğer yanda mülteci kampları… Şehirde karşılaştığım “kontrast”lık durumlara verilecek örnekler uzayıp gider. Üstelik iki cümle önceki “bir yan” ile “diğer yan” arasındaki fiziksel mesafe de en fazla birkaç kilometre.  Bunun böyle olmasının başlıca sebebi, bu coğrafyanın etrafında şekillenen toplumsal olaylar, uzatmalara giden ve bitmek bilmeyen  siyasi çekişmeler, sadece Lübnan’da da değil, etrafındaki ülkelerde onlarca yıldır süregelen savaşlar, bu savaşların sebep olduğu göçler, bu göçlerin sebep  olduğu başka savaşlar… Malum, Ortadoğu’da kartlar durmaksızın yeniden dağıtılıyor. Lübnan iç savaşıyla ilgili bir şeyler okurken, belli bir yerden sonra kimin kime neden düşman olduğunu karıştırır olmuştum. Okumaya  biraz daha devam edince bu kafa karışıklığının o  zamanlar savaşan taraflar için de geçerli olduğu sonucunu çıkarmıştım. Jonathan Swift’in Gulliver’in Gezileri kitabını bilmeyen yoktur. (Var idiyse de bu cümleyi okuyunca öğrendi. İşte kendi kendini gerçekleştiren bir kehanet). Kahramanımız Gulliver,  bir deniz kazası sonucunda minik insanların ülkesi Lilliput’ta bulur kendini. Bu minik insanlar, kendileriyle aynı boyutlarda olan komşuları Blefescu ülkesiyle yıllardır savaş hâlindedir ve bu savaşın sebebi de iki ülkenin kaynamış yumurtanın nasıl kırılacağı konusunda bir türlü anlaşamamasıdır.  Rivayet odur ki, bu kitap yüzünden, savaşları anlamsız gösterdiği için eleştiri oklarını üzerine çekmiş Jonathan Swift. Yazıldığı dönemden yaklaşık 200 yıl önceki Katolik – Protestan çekişmesinin bir benzetmesi olduğundan pek  çakmayan okurları demişler ki “Böyle saçma sebepten savaş mı çıkar?” Koskoca Swift bu, hiç durur mu, lafın altında kalır mı, yapıştırmış cevabı: Peki siz bana anlamlı bir sebepten çıkan bir tane savaş gösterin.  Lübnan iç savaşı da bana bu anekdotu anımsattı.  Bu satırların yazıldığı sıralarda da Lübnan yine çok zor zamanlardan geçiyor. Ne kadar yaşlı ve yıpranmış olsa da her daim görülmeye değer bu güzel şehir, umarım bir gün yine “o eski günlerine” dönebilir. Hadi o olmadı, umarım bir gün yine turistler tarafından korkusuzca ziyaret edilebilir hâle gelir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ZEUSLA RANDEVU

TESADÜF ESERİ KOŞUYA BAŞLAMAM ve DEVAMINDA GELİŞEN OLAYLAR

TURKCELL GRAN FONDO İZMİR YARIŞ RAPORU