ROMA'DA 48 SAAT
Uçak Biletleri
2019’un bir Ağustos akşamı, Pegasus’un yurt dışı uçuşlarında vergiler hariç 1 euro
kampanyasını başlattığını öğrendik. (Yazı boyunca kullanacağım birinci çoğul
şahıs, beni ve eşimi belirtiyor.) Yılın sonunda bir hafta sonu tatili yapmak
için iyi bir fırsat gibi görünüyordu bu kampanya. Öncelikle, gitmek istediğimiz
tarihler olan Aralık’ın ikinci ya da üçüncü hafta sonu (Cuma gidip Pazar
dönmeli) Barcelona ve Paris’e baktık ama bilet yoktu. Bu yokluk, kampanyalı
biletlerin hızla tükendiği şeklinde yanlış bir düşünceye sevk etti bizi.
Roma’ya bilet vardı ama mobil uygulama, bir türlü doğru düzgün çalışmıyordu.
Bunun da aşırı talepten kaynaklandığını düşünüyorduk. Az çok hesabını bilen
insanlar olarak, daha önce hiç yapmadığımız bir şekilde, fiyatları
derinlemesine araştırmadan uçak biletlerini almıştık bile. Biletlerin maliyeti,
kişi başı 1 euro ve vergilerin toplamından çok daha yüksekti. Kampanya
bittikten sonra ara sıra fiyatları kontrol etmiştim, bizim aldığımız
“kampanyalı” fiyat seviyesindeydi hep. Uçağa binmeden bir gece önce
baktığımızda ise, biletlerin bizim aldığımız fiyatın neredeyse yarısına
satıldığını görüp şaşırmıştık. Hiç hesapta yokken Roma’ya gitmeye bahanemiz
oldu deyip iyimserlikte Pollyanna’yı kıskandıracak bir tutum sergiledik.
Vize
İtalya, Schengen vizesi için VFS ile çalışıyor. Denizli’de
ikamet ettiğimiz için, İzmir’deki ya da Antalya’daki VFS’den vize başvurusunda
bulunabiliyoruz. İsveç’e gitmek için aldığımız bir önceki Schengen vizemiz için
Antalya’daki VFS ofisine başvurmuştuk ve İzmir’deki deneyimlerimizin aksine,
hiç beklemeden (randevu saatinde orada olmak koşuluyla) evraklarımızı teslim
edebilmiştik. İzmir’deki VFS’ye ise en son 2016’da yolum düşmüştü ve Avusturya
gibi çok fazla vize talebi olmayan bir ülkeden Schengen almak için bile yarım
günden fazla beklemiş ve evraklarımı ancak saat 15:00 gibi teslim edebilmiştim.
Bunun gayet tahmin edilebilir sebebi, tabi ki İzmir’deki VFS ofisine başvuru
sayısının çok daha yüksek olması. Bu tecrübeler ışığında, aklı başında her
insan evladının yapacağı gibi Antalya VFS’den randevumuzu alıp evraklarımızı
hazırladık ve tam randevu saatinden 15 dakika önce ofiste olduk ve yine hiç
beklemeden evraklarımızı teslim ettik. Ofisin giriş katında, diğer Schengen
ülklelerinin işlemleri yapılırken, alt
katı sadece İtalya Schengen’ine ayırmışlar. Gayet güler yüzlü ve yardımsever iki
personel evraklarımızı kontrol edip teslim aldı. Ne hastanın sabahı, ne taze
ölüyü mezarın, ne de şeytanın bir günahı beklemediği gibi beklediğimiz
pasaportlarımız, 9 gün sonra kurye tarafından bize teslim edilmişti. Merakla
sayfalarını çevirince “buna da şükür” dedirten bir durumla karşı karşıya
kalmıştık: İkimize de sadece 6 günlük vize verilmişti.
Gitmeden Önce
Uçak biletinden sonra ilk halledilmesi gereken konu,
konaklamaydı tabi ki. Pek lüks düşkünü olmadığımızdan ve zaten otelde çok az
vakit geçireceğimiz için, merkeze yakın ve böbreklerimizi çaldırmayacağımız bir
yer olması yeter de artardı bile. Booking’deki çok da uzun olmayan bir
araştırmadan sonra Hotel Paba’da karar kıldık. Gayet merkezi konumdaydı.
(Kolezyum’a birkaç, Vatikan’a 50 dakikalık yürüyüş mesafesi) İki kişi için iki
gecelik fiyatı 109 euroydu. Otelle
ilgili detaylar, yazının ilerleyen kısımlarında. Kronoloji önemli.
Zamanımız çok kısıtlı olduğu için, sıra bekleyerek
geçireceğimiz süreyi minimize etmemiz gerekiyordu ve bunun, “kaynak yapmak”tan
çok daha medenice yolları vardı. Vatikan müzelerine giriş için önceden bilet
almak gibi. Tabi öncelikle Vatikan müzeleri (evet, birden çok müze var),
Sistine Şapeli ve San Pietro Bazilikası arasındaki farkları öğrenmemiz gerekti.
Detayını merak eden zaten kolayca öğrenir, yıl olmuş 2020 ama bu yazı
bağlamında özet geçersek: San Pietro Bazilikası, Papa’nın balkon konuşmalarını
icra ettiği Hristiyanlar için kutsal mekan. Buraya girmek için bilet satın
almaya gerek yok ama uzuuun bir kuyrukta beklemeyi göze almak gerekiyor.
Sistine Şapeli, Papalık seçimlerinin yapıldığı, tavanını Michelangelo’nun
bakmasını bilenler için ibret dolu resimleriyle süslediği ibadethane. Vatikan
Müzelerine giriş bileti alınca, buraya da girebiliyorsunuz. (Tek yol bu
olmayabilir tabi). Vatikan Müzeleriyle ilgili detaylı anlatım, yazının
ilerleyen kısımlarında arz-ı endam edecek. İki kişilik biletin bedeli 42 euroydu. Bilet alırken, giriş saatinizi de
belirtiyorsunuz. Bileti internetten değil de gidip oradan almayı tercih
ederseniz çok uzun bir kuyrukta beklemeniz gerekiyor.
Gitmeden önce yapılması farz olmayan fakat bizim ritüel
haline getirdiğimiz bir başka uygulama da gideceğimiz şehirde geçen birkaç film
izlemek. Film konusunda pek seçici davranmadan, aklımıza gelen ilk filmi
izledik: Melekler ve Şeytanlar. Tek
kelime İtalyanca ve Latince bilmemesine rağmen, Sanat Tarihi profesörü olmayı
başaran Harvardlı cevval akademisyen Robert Langdon adlı karakterin Vatikan’da
düzenlenen bir komployu aydınlattığı, aynı isimli Dan Brown romanından
uyarlanan film. (Kitapta olaylar biraz daha farklı tabi). Bin bir klişeye
boğulmuş ama sürpriz sonlu bir macera. Neyse, konumuz bu değil. Filmde,
Roma’nın meydanları, kiliseleri, meşhur yapıları gözümüze gözümüze sokuluyor. Seçip beğenip listemize ekledik bunlardan
bazılarını. Kıt sinema bilgimle, (bir kısmı) Roma’da geçen filmlerden
önerebileceğim bir diğer film ise, yine bir edebiyat uyarlaması olan (yazarı:
Patricia Highsmith) Talented Mr. Ripley. Filmin çok küçük bir kısmı Roma’da
geçiyor. O kısmın neredeyse tamamı da İspanyol merdivenleri civarında. Geri
kalanı ise Güney İtalya’da. 2019 yazında
izlediğimiz The Young Pope dizisinden de bahsetmek gerek. Herkese hitap etmeyen
ama sevenin de çok seveceği, kara mizahın, yer yer absürdlüğün hakkını vermiş
10 bölümlük bir dizi. İkinci sezonu niteliğindeki The New Pope ise 10 Ocak 2020’de
yayınlandı ve 9 bölümden ibaret.
İlk gün – 13 Aralık Cuma
Uçağımız, Sabiha Gökçen Havaalanından 10:40’da havalandı,
Roma Fiumicino havaalanına indiğinde saatler 11:25’i gösteriyordu. Tabi, henüz
geri almadığım için benim saatim 13:25’i gösteriyordu. Uçaktan inip havaalanı
binasına ulaşmak için trene binmemiz gerekiyordu. Kısa bir tren yolculuğunun
ardından pasaport kontrolünden geçtik. Şehir merkezine gitmek için TerraVision
adlı otobüs servisini kullanacaktık. Havaalanından çıkıp sağa dönüp , sırtımızı
Fuimicino’nun sarp dağlarına verip yirmi adım attık ve gişeden biletlerimizi
alıp (adam başı 9 euro) yarım saatte bir kalkan TerraVision otobüslerine binip,
son durak olan Roma Terminalinde (İtalyanlar Termini diyor) indik. Şehir içinde
ulaşımı, toplu taşımayla en uygun şekilde halletmek için birer tane 48 saatlik
RomaPass aldık Termini’den. Kişi başı 28 euro ve bir içki, şey pardon, bir müze
dahil. Bu dahil olan yerlerden giriş
ücreti en yüksek olan Castel San Angelo’ydu. Uyanık olduğumuzdan değil,
Melekler ve Şeytanlar filminde bolca gördüğümüz için Roma Pass’leri oraya
girmek için kullanmayı tercih ettik. Terminiyle otelimiz arasındaki mesafe,
yürüyerek sadece 15 dakikaydı. Otelimiz, kocaman bir binanın (giriş kapısının
yüksekliği 3 metre vardı) üçüncü katında
konumlanmış karşı karşıya dört odadan ve bu odaların tam ortasındaki
resepsiyondan ibaretti. Oda küçük ve temiz, otel de güvenliydi. Böbreklerimizi
seviyoruz. Oteli işleten hanımefendi, aynı binanın üst katındaki bir dairede
yaşayan çok sevimli bir ihtiyardı. Boş zamanlarında torunlarına onların ayda
yılda bir giyecekleri kazaklar ördüğüne iddiaya girebilirdim.
Eşyalarımızı otele bıraktıktan sonra ilk hedefimiz Castel
San Angeloydu. Yürüyerek yaklaşık 35 dakika sürecek bu yolu, yağmur sebebiyle
toplu taşımayla aşmaya karar verdik. Bu
arada, nereye gitmek için hangi otobüse
ya da trene nereden binip nerede
ineceğimize karar vermek için Citymapper isminde harika bir uygulama kullandık.
“Google Maps neyinize yetmedi?” dediğinizi duyar gibiyim. Yo dostum, yo. Yer
yön duygusu ve hafızası , 5 yaşındaki bir çocuktan daha iyi olmayan ben bile bu
uygulama sayesinde bir defa bile yanlış durakta inmeden ve yolumu kaybetmeden
hiç bilmediğim bir şehirde istediğim yere gidebildim. İneceğiniz durağa
yaklaştığınızda bile uyarı veriyor uygulama. O olmasaydı, hem mekanda hem zamanda kaybolacağımdan, eve
dönmek için Doğu’ya sefer düzenleyen Haçlılara otostop çekiyor olabilirdim.
Castel San Angelo, başlangıçta Roma imparatoru Hadrianus’un kendisine ve
ailesine mezar olarak yaptırdığı bir yapıyken sonraları Papalar tarafından bir
kale olarak kullanılmış. Şimdi de bir müze. Neye niyet neye kısmet. Bu yazıdaki amacım, zaten en detaylı ve doğru
hâli online ya da matbu birçok kaynakta bulunabilecek ansiklopedik bilgileri
vermekten ziyade, dilimin döndüğünce kendi gezi tecrübemi aktarmak. Kalenin en tepesine çıktığınızda, hemen birkaç
yüz metre ilerideki Vatikan’ın güzel bir manzarası sizi karşılıyor.
![]() |
Castel San Angelo ve arkada San Pietro |
Arkanızı döndüğünüzde de, şehrin, Tiber nehrinin diğer tarafındaki Roma manzarasını görüyorsunuz doğal olarak. Bu sırada sizden yaklaşık 20 metre yüksekliğe kurulmuş olan Başmelek Michael’in heykeli de size bakıyor. Michael’e bir selam çakıp yürüyerek 15 dakika mesafedeki Pantheon’a gittik. İmparator Augustus’un MÖ 27 yılında yaptırıp, Hadrianus’un Roma’nın tüm tanrılarına adadığı ve sonradan 609 yılında İmparator Phocas’ın, Papa 4. Boniface’e verip Katolik Kilisesi yaptırdığı bu ibadethanenin ilk bakışta en dikkat çeken tarafı, 43 metre çapındaki kubbesi ve bu kubbedeki 2,7 metrelik delik. Bu delikten yağmur suyunun içeri girmediği bazı kaynaklarda rivayet ediliyormuş. Hafif hafif serpiştiren yağmur sayesinde, düşük bütçeli bir MythBuster olarak bu rivayetin gerçek olmadığını kanıtlama imkanım oldu. Bir sonraki durağımız, Pantheon’a yürüyerek 5 dakika mesafedeki Novano Meydanıydı. Hava kararmıştı artık. Meydandaki Dört Nehir Çeşmesi, Bernini’nin başyapıtlarında biri ve harika bir şekilde aydınlatılmış. Dört Nehir ile kastedilen, Nil, Ganj, Tuna ve Natalia Oreiro’nun bir şarkısına da adını veren Rio de la Plata. Açıkçası, bu şarkıdan, bu yazı için araştırma yaparken haberdar oldum. Dinleyeyim bari dedim ama ancak 30 saniye dayanabildim. Ben daha çok Tamburi Cemil Bey.
![]() |
4 Nehir Çeşmesi |
Açlıktan ölmeden önce, dilimize yanlış bir biçimde Aşk Çeşmesi şeklinde tercüme edilen Fontana de Trevi’ye gittik. Bu tercüme hatası, büyük ihtimalle Fellini’nin 1960 yapımı olan La Dolce Vita filminden, hatta bu filmdeki bir sahneden kaynaklanıyor. Ya da bu böyle şahane bir yapıya, basitçe “ Üçyol Çeşmesi” demek işimize gelmemiş olabilir.
![]() |
Su çok güzel, gelsene |
Yürümeye devam edip
İspanyol Merdivenlerine de ulaştıktan sonra artık karnımızı doyurmaya karar
verdik ve İtalya’ya özgü otantik yiyeceklerle, başka bir deyişle bolca karbonhidratla midelerimizi
şenlendirmek için, adını bir gezi bloğundan duyduğumuz ve tripadvisor’da da
puanı yüksek olan Antico Forno Riscioli’ye gitmeye karar verdik. Bunun için bir
otobüs durağına kadar yürümek ve otobüsle 10 dakika kadar gitmemiz gerekiyordu.
Geldiğimiz yer, ismiyle müsemma olabilecek kadar antik olmasa da şirin bir unlu
mamülleri fırınıydı, ürünleri lezzetliydi fakat oturacak masa sandalye yoktu.
Her nasılsa gitmeden önce bu detayı atlamışız. Atıştırmalıklarımızı elimize
alıp ayakta yedik. Tabi ki ayakta yiyebileceğimiz şeyler dişimizin kovuğunu
ancak doldururdu. Gerçek bir akşam yemeği için Santo Palato adlı restorana
gittik. Buraya önceden rezervasyon yaptırmıştık. Rezervasyon saatimizden
bir 15 dakika önce gelmiştik ve tüm
masalar doluydu. 20 dakika etrafta dolanmak zorunda kaldık. İtalyanların bu
kadar dakik olabileceklerini düşünmemiştik. Lezzet, hizmet, ambiyans ve hatta
fiyat – performans kriterlerinin hepsinden 10 numarayı, 5 yıldızı ve birkaç Euro
bahşişi hak eden bu restorandan ayrılıp 20 dakikalık bir metro yolculuğu
sonrası otelimize geldiğimizde, saat gece yarısını geçmişti.
İkinci Gün – 14 Aralık Cumartesi
Saat sabah 9’da Vatikan Müzelerinde olmamız gerekiyordu.
Bileti o saate almıştık çünkü. Yazının başında da bahsettiğim gibi iki kişilik
bilet bedeli (müzelerin yanı sıra Sistine Şapeli’ni de içeriyor) 42 euroydu ama
sabahın o saatinde, bilet almak için bekleyen yaklaşık 50 kişilik kuyruğu geçip
beklemeksizin içeriye girmenin hazzı paha biçilemezdi. Israrla “Vatikan
Müzeleri” diye çoğul kullanım tercih
etmemin sebebi, buranın sala (oda)
adı da verilen, Sistine Şapeliyle birlikte toplam 54 galeriden oluşması.
Katolik Kilisesinin ve Papalığın yüzyıllardır topladığı, aralarında dünyanın en
seçkin Rönesans eserlerinin de bulunduğu 70.000’e yakın sanat eserini
bulunduran bu müzeler, dünyanın en çok ziyaret edilen müzeleri listesinde,
Louvre ve Çin Ulusal Müzesinden sonra üçüncü sırada. Rönesans ve Antik Roma
dönemine ait eserler çoğunluğu oluştursa da Van Gogh, Gauguin, Chagall, Dali ve
Picasso’nun eserleri de arz – ı endam ediyor bu müzelerde. Tabi ki dini temalı
olanları. Bu müzelerdeki eserleri değil meydana getirmek, sadece yorumlamak
için bile binlerce sanat tarihi uzmanı ömrünü vakfetmiş, eserler üzerine on binlerce
sayfa yazı kaleme almışlardır eminim. Şahsen
en çok ilgimi çeken müzelerden biri, amatör bir banknot koleksiyoncusu olarak,
Filateli ve Nümizmatik Müzesiydi. Bir diğeri ise misyonerlerin ve uzak
diyarlardan gelen misafirlerin Papa’ya hediye olarak getirdiği eserlerin
sergilendiği müzeydi. Müzelerden çıktığımızda saat 1’e
geliyordu. Vatikan’a ayırdığımız sürenin
sonuna gelmiştik.
![]() |
Vatikan'da sıla hasreti çeken bir kabile sanatı örneği |
Öğle yemeği için, Arnavut kaldırımlı taş sokaklardan oluşan,
alabildiğine otantik, taş yapıların korunduğu, Cumartesi öğleden sonrası ve
havanın da güzel olması sebebiyle de kafeleri ve restoranları gençlerle dolu
olan Trastevere bölgesine gittik. Vatikan’dan buraya ulaşmamız, yaklaşık 5
dakikalık bir yürüyüş ve 15 dakikalık bir otobüs yolculuğu yapmamızı gerektirdi. Tonnarello isimli restoranda
yemeklerimizi yedik ve yaptığımız plana bağlı kalmayarak bu güzel sokaklarda
bir müddet amaçsızca dolaştık. “Plana bağlı kalmamak” bizim seyahat
anlayışımızdaki 4 ölümcül günahtan biridir. (Katolikliğin aksine bizim seyahat
anlayışımızda ölümcül günahların sayısı 7 değil, 4) Trastevere bölgesi, bu günahı işlemeye değerdi. Seyahat
anlayışımızdaki diğer ölümcül günahlar ise; uçak biletinin fotoğrafını sosyal medyada
paylaşmak, toplu taşıma alternatifi varken taksiye binmek, (Pandemi sonrası bu günahta
güncellemeye gidilebilir) ve yerel mutfağa gereken önemi vermemek. Bu ölümcül
günahların yanı sıra mutlaka yerine getirmemiz gereken 4 adet de farzımız var: Gidilen şehirde en az bir
müzeye gitmek, bir parkta (tercihen en
büyüğünde) gezinmek, bir caz kulübüne gitmek ve sushi yemek. İkinci günün geri
kalanını, bu aktivitelere ayırmıştık. Roma’nın üçüncü büyük parkı Villa
Borghese’ye vardığımızda saat 16:30’u gösteriyordu. İçinde maalesef ziyaret
edemediğimiz bir müze ve sayısız bahçe bulunduran bu 80 hektarlık devasa park,
adını kurucusu Kardinal Borghese’den alıyor. Yeterli vaktimiz olsa içinde
piknik ve yürüyüş yaparak, hatta çimlerde yatıp yuvarlanarak saatler harcayabilirdik
rahatlıkla ama hava durumu buna müsait değildi ve yerine getirilmesi gereken
iki farz daha vardı.
![]() |
Villa Borghese'den Roma manzarası |
Akşam saat 9’da sushi yemek üzere, Ristorante Giapponese Itoya’ya gittik. Burası da rezervasyon yaptırarak gittiğimiz bir yerdi. Küçük ve sevimli, çalışanlarının Japon olduğunu tahmin ettiğim bir restorandı. Bu tahminim ne kadar doğruydu, bilmiyorum.
Restorandan çıkıp yine önceden rezervasyon yaptırdığımız caz kulübüne gitmek, yürüyerek 19 dakikamızı alacaktı ama artık ayaklarımıza kara sular inmişti. O yüzden bu 1,2 kmlik mesafeyi taksiye binerek aştık. Mekanın adı, Cotton Club’dı ve masa düzeninde oturulan, yemek servisi de yapılan şık ama samimi bir yerdi. Masalar en a 4 kişilikti. Görevliye rezervasyon mailini gösterdiğimizde onu takip etmemizi istedi ve koca salonu boydan boya kat edip sahneye yaklaştık. Bizi sahneye çıkartacağını düşünmeye başlamıştım ki, nasıl olduysa, en öndeki masayı bize rezerve ettiklerini anladık. Şikayetçi olacağımız bir durum değildi doğrusu. Grup, henüz sahneye çıkmamıştı. Birer caipirinha isteyip müzisyenlerin sahneye çıkmasını bekledik. Çalacak grubun kim olduğuyla ilgili bir fikrimiz yoktu. Yaklaşık 20 dakika sonra, piyano, davul, kontrbas, klarnet, trambon ve tamburdan oluşan Lino Patruno Jazz Show isimli grup sahneye çıktı. Gruba ismini veren Lino Patruno, 1935 doğumlu, yaşıtlarının horul horul uyuduğu saatlerde sahneye çıkıp neşesi ve enerjisiyle dinleyiciyi coşturan koca yürekli bir caz sevdalısıymış. Grubuyla birlikte iki saate yakın sahnede kaldı ve her dakikasında müzikten çok zevk aldık.
Üçüncü gün – 15 Aralık Pazar
Bugüne dair yazacak pek bir şey yok. Sabah 8’de uyandık.
Metro marifetiyle önce Terminiye, oradan da havaalanından şehre geldiğimiz
yöntemin aynısını kullanarak havaalanına gittik. Uçağımıza bindik ve yurda
döndük. Bu seyahatin üzerinden neredeyse 1 yıl geçti. O zamanlar ne pandemi
vardı ne de Euro bu kadar yüksekti. Gittiğimiz
noktalar arasındaki mesafeleri Google
Location History sayesinde net olarak yazabildim. Bitti.
Bu yazıyla birlikte yanınızda üçüncü oldum resmen beni de yedirip içirip müzelerde gezdirdiniz Roma'nın Akdeniz esintisini ciğerlerimde barındırdınız şükranlarımı sunuyorum.
YanıtlaSilHarika bir yazı olmuş. Ben de gitmiş gelmiş kadar oldum.
YanıtlaSil