TESADÜF ESERİ KOŞUYA BAŞLAMAM ve DEVAMINDA GELİŞEN OLAYLAR

                Her şey, 2014 yılının bir Şubat gününde salonda duran tartının üzerine çıkmamla başladı. Bunu herhangi bir nedenden ötürü yapmamıştım. Kilomda bir değişiklik olduğuna dair bir iç görüye sahip değildim.  Tartı oradaydı ve sanki bana göz kırpıp, “hey dostum, bir dene istersen” demişti. Evet, tartımız konuşuyor olsa Amerikan filmlerinden çeviri bir Türkçeyle dile gelirdi. Son 10 yıldır kilom 80 ile 85 arası gidip gelirdi hep. Tartının üzerine çıktığımda 88 kg olduğumu gördüm. Boyum 197 olduğuna göre, dert edecek bir durum yok gibi görünüyordu. Küçük kıvılcımların büyük yangınlara sebep olabileceği gibi, yıllardır belli bir aralıkta seyreden kilomun, bu aralığın üzerine çıkması da, ilerleyen zamanlarda diyet yapmamı gerektirebilirdi ki yemeyi çok seven biri olarak bu başıma gelebilecek en kötü şeydi. Hâl böyle olunca ertesi akşam, yemekten sonra yürüyüşe çıktım. Evin etrafında birkaç kilometrelik bir parkurda tamamladım yürüyüşümü. Mevsim kıştı ve araç trafiğinin de yoğun olduğu bir muhitte oturduğumdan bolca egzoz da teneffüs etmiştim.  Buna rağmen, eve döndüğümde kendimi çok iyi hissediyordum. Bu halet – i ruhiye, henüz 30 yaşında olduğum gerçeğiyle de birleşince, (yürüyüş yapmayı daha çok emeklilerin yaptığı bir aktivite olarak görüyordum) aklımda bir ampulün yanmasını sağladı: Neden koşmuyorum?

                O güne kadar spora olan ilgim, sondan başa doğru kabaca şöyleydi: Yirmili yaşların ikinci yarısında bir hevesle kaydolup en fazla bir ay gittiğim üç spor salonu tecrübesine sahiptim. Ağırlıkları indirip kaldırmanın bana pek heyecan vermediğini anlamam için üç kez denemem gerekmişti. Bu sporla ya da sporun bu türüyle uğraşanlara saygısızlık etmek istemem,  sorun sizde değil, bende.  Yirmili yaşların ilk yarısında -ki büyük kısmı üniversite yıllarına tekabül ediyor- yaptığım en önemli sportif aktivite kanepeye uzanıp tv izlemekti. Lise yıllarında, uzun boylu olduğum için Beden Eğitimi hocalarım okul takımının basketbol antrenmanlarına katılmam için çok ısrar ediyorlardı. Elimde topla ne kadar kabiliyetsiz olabileceğimi hayal etmeleri kolay değildi. Benim bunu onlara anlatmam da pek mümkün görünmüyordu. Bir gün bu antrenmanlardan birine katılmaya karar verdim. Gerçeği kendi gözleriyle görmeleri gerekiyordu. O günden sonra da pek ısrarcı davranmadılar, sağ olsunlar. Orta okulda Beden Eğitimi en nefret ettiğim dersti. Basketbolla olmadığı gibi, futbolla da aram yoktu ve bütün orta okul Beden Eğitimi müfredatımız “maç yapmak”tan ibaretti. Tabi ben de benim gibi birkaç arkadaşımla kale arkasında yerimi alır ve izlemekle yetinirdim. İlk okulda ise, sık sık hastalanan bir çocuk olduğum için Beden Eğitimi derslerine girmezdim bile. Çocukluğum boyunca yaptığım tek sportif faaliyet de ara sıra bisiklete binmekti. İki tekerlek üzerinde dengede durmayı öğrenme sürecim de türlü çeşitli acılarla doluydu. 

İşte bu şanlı spor geçmişini şimdi bir de koşuyla taçlandırmanın zamanı gelmişti. O ilk yürüyüşü yaptığım günün ertesi sabahı 6’da kalkmıştım. Saatlerin kışın geriye, yazın da ileriye alındığı zamanlardı. Dolayısıyla hava aydınlıktı. Recep Yazıcıoğlu Parkı’na gitmiş, gün içinde de giydiğim spor ayakkabılarımla parkta durmadan iki tur koşmuştum.  “Ölçülemeyen şey yönetilemez” düsturu gereği, koşuyu Runtastic uygulamasıyla kaydetmiştim. Bu koşu sonrası kendimi o kadar iyi hissediyordum ki, koşunun artık hayatımda bir yer edineceğine o günden kani olmuştum. Ertesi sabah, yine aynı saatte uyanmam için alarme gerek duymamıştım bile. Koşmak kadar, koştuktan sonra Runtastic’in bana sunduğu onca veriyle ilgilenmek, o zamanki bilinçsizliğimle “gelişim” olduğunu sandığım hızımdaki yükselişi ve daha uzun mesafeleri koşabildiğimi görmek de beni motive ediyordu.  Kendimi sakatlamadan bir çift koşu ayakkabısı almayı akıl ettim neyse ki. Haftada birkaç gün koşuyor, koştukça daha iyimser, daha neşeli, kısaca daha mutlu birine dönüşüyordum. O yıl, bir takım şahsi sebeplerden ötürü istikrarlı bir şekilde devam edemedim koşuya. Ama zehri almıştım bir kere.  İlerleyen yıllarda da tüm bilinçsizliğim ve hırsımla haftada iki – üç gün çıkıp, tüm gücümü ortaya koyarak, koşabileceğim en yüksek hızda, dayanabileceğim en uzun mesafeye gitmeye çalışıyordum.  Bunun sakatlığa davetiye çıkarmak olduğunu bilmiyordum o zamanlar.  Takvimler, 2017 yılının Aralık ayını gösteriyordu ve 2018 yılı planlarım içinde bir maraton bitirmek vardı artık. Ben, evet ben, hayatında koştuğu en uzun mesafe 16 km olan ben, Onur Usta, 7 – 8 ay sonra 42,2 km. koşmayı planlıyordum.  “Cahil cesareti” kavramına verilecek yürüyen, pardon koşan bir örnektim.  Maratona hazırlanmanın ciddiyet gerektiren bir iş olduğunun farkındayım. Koşu konusunda teorik bilgi sahibi olabilmek için de internette yerli – yabancı bir sürü sitede dolaşmıştım.  Çok şey okumuş, az şey öğrenmiştim. Bunun tek sebebi, web sitelerinde sunulan bilgilerin bölük pörçük ya da herhangi bir bağlamdan kopuk olması değildi. Yanı sıra, genel olarak spor, özel olarak koşu konusunda benim bu bilgileri özümseyecek olgunlukta olmamamdan da kaynaklanıyordu.  Her nasıl olduysa, şu an en çok faydalandığım site olan ritimblog.com ‘a o zamanlar rastlamamıştım. Sadece koşu özelinde değil, genel olarak da Türkçe yazılan en iyi blog olduğunu düşünüyorum.  Maratona hazırlanmak için önce bir maraton seçmem gerekiyordu. Hazırlık sürecinin 6 – 7 ay süreceğini  varsaymıştım. Demek ki Haziran’da koşulacak bir maratona katılabilirdim pekala. Stockholm Maratonu da Haziran’ın başında yapılacaktı. TL’nin nispeten değerli olduğu eski güzel günlerdi.  Kaydımı yaptırdım, konaklama, ulaşım hallettim. Şimdi sırada maratona hazırlanmak vardı. Bunun için de profesyonel destek almam gerektiğini düşündüm ve eski bir milli triatlet olan hocamla (kendisini instagramdan takip ediyordum) ilk kontağı kurdum. Onun sayesinde nabza dayalı antrenmanların önemini kavradım. İlk başta verdiği antrenmanlar bana çok hafif geliyordu. Belirtilen nabız aralıklarında koşmaya çalışmak, hatta zaman zaman yürümek zorunda kalmak, koşmaktan aldığım zevki bir hayli düşürmüştü. Ama profesyonelliğe saygım vardı ve hocamın yazdığı planları hassasiyetle uygulamaya devam ettim.  Bu çalışmanın ilk meyvesini, katıldığım ilk yarış olan 2018 Runatolia’da 21,1 km.lik yarı maratonu 1 saat 50 dakikada bitirerek toplamış oldum.  Bir ay sonra koştuğum Marmaris yarı maratonunda bu süreyi 1 dakika daha geliştirdim.

Marmaris Yarı Maratonu’nun başlamasına birkaç dakika kala, start takının altında yerimi almış beklerken, bir dizi tesadüf sonucu, aynı şehirde yaşadığım birkaç koşucuyla tanıştım. Meğer Denizli’de koşuya ve triatlona gönül vermiş koca yürekli insanlardan kurulu bir grup varmış. O günün sonunda bu topluluğun whatsapp grubuna katılmıştım. Bu gruptan tanıdığım sporcu arkadaşlarımın çoğundan bir çok şey öğrendim ama daha da önemlisi hepsinden çok büyük ilham aldım.

2018 yılının Haziran ayı geldi ve koşu konusunda desteğini benden hiç esirgemeyen eşimle Stockholm yollarına revan olduk. Genelde maratonlar, Pazar günleri ve yerel  saatle 9 dolaylarında başlar. Stockholm’de ise Cumartesi günü ve öğlen 12:00’de başlıyordu. Son 30 yılın Haziran ayı sıcaklık ortalaması 18 dereceydi ve bu durum devam etseydi sorun olmayacaktı tabi. Ama o gün, Güneş adeta aşka gelmiş, termometreler çıldırmış, kutup ayıları, penguenler ve maraton koşucuları isyan etmişti. Çünkü hava sıcaklığı 30 dereceydi. Amacım, maratonu 4 saatin altında bitirmekti. 3 saat 59 dakika 59 saniye benim için başarı sayılırdı. 5:40 pace ile gidersem yapabilirdim de. İlk 30 km bu tempoyu tutturdum da. Ama sonrasında duvara çarpmanın ne demek olduğunu anladım. 30 – 40 kmler arası yürü – koş yapa yapa 4 saat 26 dakikada ancak bitirebildim maratonu. Züğürt tesellisi konusunda her daim cömertim: En azından bitirmiştim. Tabi ki bu süre  beni tatmin etmemişti ve 2019 yılının Mart ayında, 4 saatin altında maraton koşma hedefiyle Runatolia nam Antalya Maratonu’na katıldım. 3 saat 55 dakikada bitirdim. Eh artık “maratoncu” olup da İstanbul Maratonu’nu koşmamak olmazdı. Kasım 2019’da da İstanbul Maratonu’nu 3 saat 50 dakikada tamamladım.  Antalya ve İstanbul Maratonlarına hazırlanırken evliydim.  Eşim, bitmek bilmeyen antrenmanlarıma hep gereken sabrı göstermekle kalmadı, sporun en önemli tamamlayıcısı olan beslenme konusunda da bana çok katkıda bulundu. İstisnasız her yarışın bitiminde varış noktasında beni o bekliyordu.

Eğer birlikte yaşadığınız insan(lar) sizi hobileriniz konusunda  destekliyorsa, hayat çok daha keyifli bir hâl alıyor. Fakat koşu, bireysel bir spor. Sanırım en çok bu yüzden bu kadar seviyorum bu sporu. Koşu, doğru yapıldığında, sağladığı fiziksel faydalar saymakla bitmez. En az onun kadar önemlisi, ruhsal kazanımlar: Koşarken kendinizle baş başasınız. Attığınız her adımda, iş, okul ya da kaynağı ne olursa olsun yaşadığınız stres adeta vücudunuzdan akıp asfalta karışıyor. Adına meditasyon, arınma ya da Sanskritçe herhangi başka bir şey deyin, bu his son derece tatmin edici. Önemli bir karar almam gerektiğinde, bunu koşarken yapıyorum. Şimdiye dek pek yanılmadım. Koşunun bireyselliği, yarışlar için de geçerli. Bir önceki paragrafta sayıp döktüğüm bitirme süreleri, kimileri için komik olacak kadar (kötü demeyelim de) mütevazı süreler. Çok klişe olacak ama: Önemli olan kendinizle yarışmak. Tabi bu arada gelişimin tek kriteri bitirme süreleri değil, sporun tek amacı da (en azından benim için) gelişim değil. Koşunun bireysel bir spor olması, bu spor sayesinde, başka türlü yollarınızın kesişmeyeceği harika insanlar tanımanıza, onlarla birlikte antrenman yapmanıza da engel değil bu arada. Buraya kadar okuyan herkes, neden koştuğumu anlamıştır eminim ama bence sorulması gereken esas soru koşan birinin neden koştuğu değil, bunca faydası varken, koşmayan birinin neden koşmadığı.

Yorumlar

  1. Onur spora gösterdiğin disiplin için seni kutluyorum.Ne güzel içinden geldiği gibi anlatmışsın.Basarilarin devamını dilerim.

    YanıtlaSil
  2. Sevgili Onur,
    Epiktetos'un sevdiğim bir sözü vardır, der ki:
    "Davranışlar kelimelerden daha fazla konuşur, daha çok şey ifade eder."
    Ben seninle koşar ve sohbet ederken, senin koşuyu ve okumayı ne kadar çok sevdiğini yakından gördüm.Ve dahi bugün öğrendim ki yazı konusunda da spor konusunda olduğu kadar beceriklisin.
    Koşuyu bırakmayacağını bildiğim gibi yazıyı bırakmayacağını da bilmek isterim.Yollar seni hiç yormasın emi.
    Dostlukla.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu güzel yorumların için çok teşekkür ederim Uğur Abi, umarım bu öngörülerine layık olabilirim 😊

      Sil
  3. Cok güzel anlatmissin 😊 eline, kalemine, yüregine saglik 😊

    YanıtlaSil
  4. Tebrik ederim. Güzel ve içtenlikle yazmışsın... Koşu ve spora başlamak isteyen birçok kişiyi motive edeceğine inanıyorum paylaşımlarının...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim, bir kişiye bile faydam olursa ne mutlu bana.

      Sil
  5. Süpersin Onur..Koşu, hepimizin hayatına girerken iyi bir dost olduğunu hep ilk anları itibariyle belli etmiştir. O bir psikiyatrist, gibi bizi sükunet içinde daha barışçıl bir hayat yaşamamızı sağlıyor Eline, kalemine sağlık....

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkürler Turgay Abi, koşu konusunda örnek aldığım, başarılarını takdirle izlediğim bir sporcusun benim için.

      Sil
  6. Çok güzel bir yazı, sağlıklı koşular dilerim.

    YanıtlaSil
  7. Müthiş bir yazi ve hak edilmiş sonuçların naif izahi olmuş dostum. Nice başarılı maratonlara diyelim o zaman.

    Bir gün yaninda dağlara doğru süzülmek dileğiyle.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkürler Meocum, bir gün birlikte koşalım. Ciğerlerimiz oksijene, gönüllerimiz muhabbete doysun 😁

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

ZEUSLA RANDEVU

TURKCELL GRAN FONDO İZMİR YARIŞ RAPORU