ZEUSLA RANDEVU
Takvimlerin
Ekim ayının ikinci yarısından Pazar haricindeki herhangi bir günü gösterdiği,
akrebin de saatin kadranında ikinci turunu attığı bir vakit, Uğur Abi dükkana
gelip beni ziyaret etmişti. Biraz hoşbeşten sonra konu kaçınılmaz olarak
tanışma vesilemiz olan koşuya ve bu uğraşının en eğlenceli kısmı olan yarışlara
geldi. Aralık ayının ilk hafta sonunda İda Ultra’nın yapılacağından bahsetti Uğur Abi. İlk başlarda pek ilgimi
çekmemişti zira ultramaratona yönelik pek bir antrenmanım olmadığı gibi daha
önce hiç patika yarışı koşmamıştım da.
Ne var ki bu senenin benim için hedef yarışı olan Powerman Duatlonu
ikinci kez ve bu sefer belirsiz bir tarihe ertelenmişti. Bu durumda, Kaz Dağlarının harika coğrafyasında koşmak için kendime bir şans verebilirdim. Yarışın web sitesine girip baktım ve 36 kilometrelik parkuru gözüme
kestirdim. Bu noktada kaçınılmaz olarak ansiklopedik bir bilgi vermek
durumundayım: İda Ultra Maratonu, tıpkı diğer birçok ultra maraton gibi, birden
çok parkuru olan bir yarış ve yarışa adını veren İda Ultra parkuru 114 km’den,
İda Half Ultra parkuru 66 km’den, Run Zeus parkuru 36 km’den ve Köy Koşusu
parkuru da 15 km’den oluşuyor. Ultra maraton, 42 km’lik maraton mesafesinden
uzun yarışları tanımlamak için kullanılan bir tabir. Dolayısıyla 36 km’lik
parkuru koşmak beni ultra maraton koşucusu yapmıyor. Çünkü 36<42. Gördüğünüz
gibi, maratonlar, ultra olanlar ve olmayanlar olmak üzere ikiye ayrılırken,
insanlar da sayı saymasını bilenler ve bilmeyenler olmak üzere üçe ayrılıyor.
Eşimden
izni, İpek Hocamdan onayı, Decathlon’dan zorunlu malzemeleri aldıktan sonra
yarışa kaydımı yaptırdım. Hocam İpek Onaran, antrenman planlarımı, Pazar günlerini
nispeten uzun koşulara yer verecek şekilde yazdı. Hafta içinde de koşuyordum
elbet. Bisiklet ve kuvvet antrenmanlarını da askıya almamıştık pek tabi çünkü
zalımlık bunu gerektirir. Bu yarışın farklı parkurlarında yarışacak olan aynı
şehirde yaşadığımız arkadaşlarımızla konaklama ve ulaşım planlarımızı da yaptık
ve Aralık ayını iple çekmeye başladık. 3 Aralık Cuma günü, Fatih Abi, Turgay
Abi, Özgür ve ben saat 10 gibi yola koyulduk. Koca yürekli kral Attalos’un, Galatları tarumar ettiği, başta Pergamon Büyük
Altar’ı olmak üzere Akropolü’ün büyük kısmının Berlin’de sıla hasreti çektiği,
velhasıl antik çağdan günümüze tarihin seyrini değiştiren savaşlara,
entrikalara ve arkeolojik kapkaçlara ev sahipliği yapmış Bergama’da bir yemek molası
verdik. Günümüzde de Bergama’da aksiyon eksik değildi: Maddi hasarlı bir trafik
kazası az evvel vuku bulmuştu. Ne de olsa tarih de ikiye ayrılır: Eski,
görkemli dönemler ve şu sıkıcı, sefil modern zamanlar.
Olaysız
bir şekilde, önümüzdeki iki gece konaklayacağımız Edremit Öğretmen Evi’ne
ulaşıp eşyalarımızı bırakıp yarış kitlerimizi almak üzere Güre’ye gittik. Lisans
kontrolü sıkıydı ama zorunlu malzemelere bakılmadı bile. Bu işe memur edilmiş
kişi sayısıyla yarışın katılımcı sayısı arasındaki fark, zorunlu malzemelerin
kontrolünü pratik olarak imkansız hale getiriyordu zaten. Çok seyahat eden biri
olduğumu söyleyemem. Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan memleketimizin bu
kısmında da ilk kez bulunuyordum. Depolayıp eve götürüp sevdiklerimle paylaşma
ümidiyle bu güzel havayı derin derin içime çektim ama bu naif beklentim
gerçekleşmedi maalesef. Edremit’e dönüp Denizli’den gelen diğer ekiple
Voltran’ı oluşturduk ve birlikte akşam yemeğimizi yiyip odalarımıza çekildik.
Ertesi sabah 4:30’da kalkıp hep birlikte kahvaltı yaptık. Bu ekipten sadece
Rıza Abi ve ben 36k koşacaktık. Bizim start’ımız 9’da verilecekti. 66 ve 114 km
koşacak arkadaşlarımızı yolcu ettik ve yarış için malzemelerimizi hazırlamaya
başladık. Yarış esnasında havanın yağmurlu olacağı, günler öncesinden belliydi
ve buna mental olarak hazırdım. Üstüme biri kısa kollu, diğeri uzun kollu olmak
üzere iki katman giydim. Aynı özelliklere haiz iki giysiyi, bir yağmurluğu,
acil durum battaniyesini (battaniye dediysem, katlandığında el kadar olan
alüminyum bir malzeme), bir çift eldiveni çantanın en büyük gözüne
yerleştirdim. İki litrelik su haznesinin yarısını limonlu suyla doldurdum ve ayrıca
yarım litrelik su aldım. Gıda olarak da yanıma üç tane jel, üç tane peynirli bisküvi,
bir paket tuzlu fıstık, meyve tabağı, şey pardon üç tane kurutulmuş incir
aldım. Durumum, tam teçhizatlı kameraman
Cevat Kelle’den halliceydi ama hâlâ bir şeyleri unuttuğumu ya da yarış
esnasında, o ana kadar aklıma gelmeyen bir şeylerin eksikliğini çekeceğimi
düşünüyordum.
Rıza Abiyle yola çıkıp önce arabayla Güre’ye, sonra da
organizasyonun sağladığı servisle yarışın başlayacağı Yeşilyurt Köyüne gittik.
Yağmur başlamıştı bile. Koşacağımız 36 km’lik parkur, adını göklerin, gök
gürültülerinin ve hatta şimşeklerin tanrısı ve Yunan mitolojisinin bir numaralı
playboyu Zeus’dan alıyordu. Yunan mitolojisini de (en azından varsayımsal
olarak) şu şekilde ikiye ayırmak mümkün:
36k parkurunda yarışacak olan 400
civarı koşucunun hep bir ağızdan yaptığı geri sayımdan sonra yarış başladı. Yeşilyurt
Köyü’nün içinde bir tırmanışla başlıyordu yarış. Gayet ihtiyatlı bir şekilde
yaklaşık 3km süren ilk tırmanışı geçtim. İhtiyatlı olma sebebim, gücümü verimli
bir şekilde kullanmak için olduğu kadar, köyden çıkınca başlayan çamur zeminde
kayıp düşmemek içindi de aynı zamanda. Aslında o anda yağan yağmurdan şikayetçi
olduğum söylenemezdi, derdim, zeminin bu hâle gelmesine sebep olan bir gece
önce yağan yağmurdu. Neyse ki ayakkabılarım (Salomon Speedcross 4) bu kaygan
zemine iyi tutunuyordu. Aynı zamanda birkaç kilometre sonra öğreneceğim üzere,
su tahliyesi konusunda da fena değillerdi. İlk tırmanıştan sonra, rotamız,
yaklaşık 11. Km’ye kadar insanın keyfini yerine getiren, koşmaktan duyduğum
memnuniyeti, değil İda’nın, Everest’in zirvelerine çıkaran, beni “acaba bundan
sonra hep patika koşuları mı yapsam?” gibi düşüncelere gark eden güzel bir
inişle devam etti. Özellikle sonuncusunun çok iyi bir fikir olmayabileceğini
anlamam uzun sürmedi. Ne de olsa eski adamlar doğruyu söylemiş: “Bir çiçekle
bahar olmaz”. 11. Km’den sonra başlayan tırmanışlar, yer yer iki ayak üzerinde çıkılamayacak kadar
dik, zemin de patinaj yapmama sebep olacak kadar kaygandı. Herhangi bir kazaya
uğramadan sağ salim 15. Km’deki ilk kontrol noktası olan Adatepe’ye 1 saat 44
dakikada ulaşmıştım. Kontrol noktasında sularımı doldurup, bir şeyler atıştırıp
yoluma devam ettim. Bu sefer de yine
ihtiyatlı olmamı gerektirecek kadar dik, hatta teknik diyebileceğimiz bir
inişle karşı karşıyaydım. Kayıp düşmemek için adımlarımı dikkatlice atarken,
aynı zamanda neredeyse “kalbinde” koştuğum doğanın sunduğu cömert manzaraların
da tadını çıkartmaya çalışıyordum. Bu caanım ormanların bir “kaza” sonucu
yanabileceği ihtimalinin pek de düşük olmaması keyfimi kaçırıyordu bir yandan.
Derken, geçen yıl buralarda altın çıkarmak için en az 13bin ağacın kesildiği geldi aklıma ve tadım tuzum kalmadı. (Muhtelif rivayetlere göre kesildiği
iddia edilen ağaç sayısı 300bini buluyor.) İnsan oğlunun bitmek bilmeyen, gem
vurulamayan aç gözlülüğüne ve empati yoksunluğuna karşı duyduğum öfkeyle dolu
bir halde gide gide o meşhur dere geçişine vardım. Yağmurdan dolayı derenin debisi artmıştı. Bu yüzden organizasyon, bir merdiveni yatırıp üzerine iki tahta parçası koyup bir "köprü" inşa etmişti. Bu işi çocukluğunda MacGyver'ı izleyen birinin kotardığına yemin edebilirim ama ispatlayamam. Bu "köprü"den yürüyerek geçmek, derenin içinden yürüyerek geçmekten daha tehlikeli olacaktı. O yüzden herkes gibi ben de emekleye emekleye geçtim köprüyü. Dere geçişi sonrası, bu önemli noktayı geçmenin verdiği motivasyonla koşmaya devam ettim ve işte, yaklaşık 6 km sürecek olan, 500
metre yükseklik kazanımlı son tırmanışın başına geldim. Koşarak değilse de,
elimden geldiğince tempolu yürüyerek devam ettim. Bacaklarım dile gelse “dostum,
bu kadarı yeterli değil mi? Müsait bir yerde insek?” diyebilirlerdi. (“Dostum”
hitabı opsiyonel). Belim dile gelse bana es geçtiğim kuvvet antrenmanlarını
hatırlatıp bu ihmalkârlığımın sonuçlarına katlanmak zorunda olduğu için beni
suçlayabilirdi. Dalağım, gereksiz yere hızlanmam durumunda hemen şişip beni
yavaşlatmak hatta durdurmak için tetikte bekliyordu. Kalbim, her zaman
olduğundan daha yoğun bir mesaideydi ama bunun karşılığını fazlasıyla alacağı için
aslî vazifesine tüm adanmışlığıyla, dakikada tahminen 145 – 155 arası sayıda
atarak devam ediyordu. (Tahminen, çünkü nabız bandım, görev tanımını beğenmeyip
iş değiştirmiş ve gevşemek suretiyle göbek bandı olmuştu. Bu disiplinsizliğe
göz yumamayacağım için, ilk kontrol noktasında çıkarttım kendisini. Tazminat
konusunda anlaşırız umarım.) Ciğerlerim de hâllerinden epey memnundular büyük
ihtimalle, dünyanın en fazla oksijen sağlayan ikinci ormanındaydık ne de olsa. Yarışa
başladıktan 3 saat 43 dakika sonra 29. Km’deki ikinci kontrol noktası olan
Doyran’a varmıştım. O son tırmanışın bitmesine 3,5 km kalmıştı. İlginç bir
şekilde yer yer koştum da bu 3,5 km’de. Teknik toplantıda 33. Km’deki yol
ayrımına çok dikkat etmemiz gerektiği söylenmişti. Kaybolmaktan ya da yanlış
bir yola sapmaktan, ormanın içinden fırlayacak bir ayının beni kovalamasından
daha çok korktuğum için mıh gibi aklımda tutuyordum bunu. O meşhur yol ayrımına
geldiğimizde biz 36k koşanlar parke taşı kaplı bir yoldan aşağı inip varış
noktasına gidecektik. 66 ve 114k koşan krallar ise sola kıvrılan patikadan
devam edeceklerdi. Neyse ki, parkurun genelinde olduğu gibi burada da
işaretleme düzgündü ve o harika iniş başlıyordu. Bu inişin şanına yaraşır
biçimde hızımı arttırmadan önce sağımdaki enfes manzaranın fotoğrafını çekmek
için durdum.
Telefonu yerine koyup kendimi
inişe teslim ettim. Radyoyu açtığım anda en sevdiğim şarkının çalması gibi, giydiğim
montun cebinde geçen seneden unuttuğum bir banknotu bulmam gibi, yağmur sonrası
güneş gibi, Akdeniz’in tuzu gibi bir inişti. Üstelik yarışın son birkaç kilometresiydi. Varış takının altından geçtiğimde,
yarışa başlayalı 4 saat 38 dakika olmuştu ve yarışa başlayan 400 küsur kişi
içinden 109uncu olmuştum. Daha iyisi elbette mümkündü ama ilk elin günahı
olmaz. Tecrübesizlikten kaynaklanan en büyük hatam, gerek duymayacağım onca
malzemeyi koşu boyunca sırtımda taşıyacağım çantaya doldurmaktı. Kontrol
noktalarında yeterli beslenme desteği vardı. Varış noktasında da olduğu gibi.
Madalyamı aldıktan sonra hemen bir şeyler atıştırdım. Rıza Abiyi gördüm. 3
saat 56 dakika gibi harika bir sürede bitirmişti. Hemen dropbag’imi alıp
üzerimi değiştirdim. Bizi Güre’ye götürecek olan servisin gelmesine yaklaşık 1
saat vardı. Ertesi gün 15k koşusuna katılacak olan İbrahim, Türkay, Emrah ve Alperle
karşılaştık. İçimizi ısıtmak için çay üstüne çay içtik.
Yarış esnasında hissedilen
yorgunluk, organların ve uzuvların başkaldırıları, varış noktasına geldiğimde,
her zaman olduğu gibi yerini coşkuyla karışık bir mutluluğa bırakıyor. Sporun
vücuda ve sağlığa faydaları da cabası. Yanı sıra, yollarımızın büyük ihtimalle
başka türlü kesişmeyeceği birbirinden harika insanlarla yolculuk etmek ve
birlikte bir hafta sonu geçirmek de benim için ancak koşu sayesinde mümkün olabiliyor.
Bu 2 – 3 günlük sürede hepsinden çok şey
öğrendim, daha da önemlisi hepsinden ilham aldım. Kafilemizden, Turgay Abi,
Uğur Abi ve Ramazan Abi 66k parkurunu, Fatih Abi 114k parkurunu sağlıklı bir
biçimde bitirdiler. Özgür, 114k’da yaş grubunda birinci oldu. Koşuya daha yeni
başlayan İbrahim, Türkay, Emrah ve Alper de büyük bir cesaret örneği gösterip
15k yarışını başarıyla bitirdiler. Dönüş yolunda, adet olduğu üzere, henüz
yarışın üzerinden 24 saat geçmeden, henüz ağrılarımız dinmemişken, yeni yarışlar
için planlar yapıyorduk.
Onurcum tebrik ederim, harika yazmış ve koşmuşsun…
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim hocam, sağolun.
SilTebrik ederim Onur bu tecrübelerinizi paylaştığınız için teşekkürler. seneye 15 K ile başlamayı düşünüyorum sağlıklı sporlar sen 66 ya doğru yada 114
YanıtlaSilAbi sağolasın, birlikte koşmamız harika olur. Sende bu kondisyon varken direkt 36'dan da başlayabilirsin.
SilOnur, ağzına sağlık; ne güzel yazmışın ve aktarmışın bol yağmurlu, haliyle çamurlu “run zeus”’u, idayı…
YanıtlaSilAyrıca seninle birlikte böyle bir organizasyona iştirak etmekde çok keyifliydi..🙏
Ağzına, yüreğine ve ayaklarına sağlık…🤗
Çok teşekkür ederim. O keyif bana ait, birlikte daha nice organizasyonlara iştirak ederiz umarım.
YanıtlaSil